Dolar (USD)
34.07
Euro (EUR)
38.00
Gram Altın
2833.32
BIST 100
9975.61
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

10 Nisan 2017

Batı Yol ayrımında

  1. Dünya Savaşı'nın bitmesi ile birlikte, dünya ikiye bölünmüş, "Doğu" ve "Batı" adı ile iki bloğa bölünmüştü.
  2. Dünya Savaşı'nda "Üç Büyük" olarak adlandırılan Müttefik Devletlerin liderleri Winston Churchill, Franklin D. Roosevelt ve Josef Stalin 4 Şubat 1945 - 11 Şubat 1945 tarihleri arasında Sovyetler Birliği'nin Yalta kentinde bulunan Livadia Sarayı'nda bir araya geldiler. Başta Almanya olmak üzere dünyayı paylaştırıldı. Ve o günlerde pek de dikkat çekmeyen bir karar daha alındı: Birleşmiş Milletlerdeki veto yetkisi de bu konferansta kararlaştırıldı.

Akabinde dünya, alınan kararlar gereği iki bloklu olarak siyasetini sürdürdü. Doğu Bloğu, Komünist rejimlerle idare edilen, tek parti yönetimi altında piyasa ekonomisini yasaklayan, katı bir bürokratik rejim olarak insanlık hayatında yerini aldı. Batı Bloğu da piyasa ekonomisinin egemen olduğu, siyasetten ekonomiye, düşünceden tarıma kadar hayatın her alanında serbest rekabetin olduğu bir sistemle varlığını sürdürme kararı aldı.

  1. Dünya Savaşı, o günün koşullarına baktığımızda insanlık için bir yol ayırımı idi. Yol ayırımında dünyanın doğru veya yanlış tercih yaptığı konusu hala tartışılıyor.

Yalta'da ülkelerin ve hatta neredeyse tüm dünyanın haberi olmadan üç güçlü ülke oturup evreni parsellemiş, devletlerin ve milyarlarca insanın kaderini kendi bakış açıları çerçevesinde çizmiş, haritalar değiştirmiş, kitlesel göçler yer değiştirmeler ve sosyolojik facialara sebep olmuşlardı. Ve işledikleri bu cürümleri de meşrulaştırmak için Birleşmiş Milletler nezdinde yapılacak itirazların karara bağlanma yetkisini de beş ülkeye yani kendilerine ve peyklerin vermişlerdi.

Yalta'daki yol ayırımı, çok kısa süreli de olsa dünyaya göreceli bir sükunet getirdi. Ancak ne var ki bu toplantıdan yaklaşık 15 yıl sonra insanoğlu yeni bir şiddetle tanıştı: İdeolojik terör. Ülke ülke yayılan bu terör dalgası, 1960'tan günümüze kadar insanlığın en büyük sorunu haline geldi.

Terör eylemlerinden dolayı kitlesel savaşlar soykırımlara kadar vardı. Bunun en son örneğini Liberya, Irak, Suriye, Libya ve Yemen'de yaşadı dünya. Milyonlarca insan terör sarmalının kurbanı oldu. Latin Amerika'dan Avrupa'nın kalbine kadar terör, her ırktan, her sınıftan, her ideoloji ve meslek grubundan insanları öldürdü. Krallar, cumhurbaşkanları, başbakanlar, generaller gibi devletlerin en yüksek birimlerindeki en yüksek yetkilileri öldürdü terör belası.

Sovyet Rusya'nın etrafını silah zoru ile işgal etme arzusu, Bugün adı DAEŞ, Boko haram gibi terörist örgütlerin doğmasını sağladı. Tabi bu doğumu Sovyet Rusya tek başına yapmadı. Rusya'nın en büyük partneri kuşkusuz karşıtı olan Batı bloğunun öncüleri oldu.

Süper güçler, başta Domuzlar Körfezi çıkarması olmak üzere, Vietnam, Kamboçya, Nikaragua, Afganistan, İtalya, Japonya ve hatta Türkiye topraklarında terör örgütleri aracılığı ile vekalet savaşını yürüttüler ve gün geldi bu vekalet savaşlarını yürütenlerin kalbinde; New York, Oklahoma, Londra, Berlin, Paris gibi kentlerde kendini gösterdi.

Vekalet savaşının ürünü olan terör sarmalı, halen varlığını NATO aracılığı ile sürdüren Batı bloğunu adeta esir almış durumda. Batı kentlerinde patlayan bombaların ve silahların yanı sıra, Batılı on binlerce genç, Irak, Suriye, Yemen, Libya, Nijerya gibi ülkelerde terörist eylemlerde bulunuyor ve hayatlarını kaybediyorlar. Örneğin Suriye'de her ay onlarca Avrupalı, Amerikalı, Avusturalyalı genç terörist eylemler sırasında veya çatışmalarda ölüyorlar. Yüzlerce Batılı anne, on binlerce kilometre ötelerde bilmedikleri topraklarda ölen çocukları için gözyaşı döküyor. Tabi bu rakam bölgemiz için milyonlarla ifade etmemiz lazım. Suriye'de 500 bin, Irak ve Afganistan'da 2 milyon civarında insan bu terör saldırılarında hayatını kaybetti ve yüz binlerce anne yüreğini kendi evlatlarının eşlerinin sevgililerinin bedeni ile toprağa gömdü.

Malta Konferansı ile şekillenen yeni dünya, böylesine kör dövüşünün egemen olduğu, her gün yüzlerce insanın teröre kurban gittiği bir halde iken, bir ülkenin başbakanı çıkıp "Dünya Beşten büyüktür. Bütün dünyanın kaderi BM Güvenlik Konseyi'ndeki beş ülkenin ellerine bırakılamaz. BM'deki bu yapılanma adaletsizdir. Ve bu adaletsizlik gün gelip herkesi vuracak" dedi. Bu sözü söyleyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'dan başkası değildi. Ve Erdoğan bu sözü söyledikten bir süre sonra kedi ülkesinin Cumhurbaşkanı oldu. BM'nin genel Kurul Salonunda bütün dünyaya bu hitabını yineledi ve oluşturulan bu adaletsiz mekanizmanın dünyayı bir çıkmaza yuvarladığına dikkat çekti.

Ne var ki bu sistemin en büyük koruyucusu Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere, beşli konseyden hiç kimsenin kılı kıpırdamadı. Hiç biri kurulan sistemin adaletsiz olduğunu söylemedi. Halbuki bu adaletsizliğe isyan, bütün uluslar arası ekonomi, çevre ve siyasi toplantılarda kendini gösteriyordu. Mevcut sistemde mutlu olmayan, özgür olmayan, ezilen horlananların temsil edildiği protesto eylemleri bu devletler tarafından sadece ve sadece "gençlik heyecanı" olarak görüldü.

İngiltere ve Avrupa'daki bu "gençlik heyecanı" bastırıldı. Ancak Trumph'ın başkan seçilmesinden sonra ABD'deki bu "heyecan" pek de bastırılacağa benzemiyor. Bastırılsa bile artık, Türklerin tabiri ile ABD'de "cin şişeden çıktı". Yani dünyanın en sıkı iç güvenlik rejimlerinden birine sahip olan Amerika'da halk otoriteye başkaldırmayı başardı ve bunun tadına vardı. ABD yurttaşları bile kurulan adaletsiz düzene isyan etme noktasına gelmişse bütün siyasilerin bir kez daha oturup Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "dünya beşten büyüktür" cümlesini düşünmeleri gerek. Yoksa yarın, bu dünyanın kurulu düzeni için çok geç olabilir. Dünya, yol ayırımına akılla karar verecek ya da duygu ile.