Başka Bir Kitap; Şu Hayat
Unutamadığımız çok şeyler okuduğumuz, okumaya devam ettiğimiz günler yaşarız bazen. Gün her zaman rengarenk çizimli, albenili bir çocuk kitabının sayfaları gibi açılır durur önümüzde. Zaman büyük ansiklopedi... Ömür fena bir biyografi... Binlerce özgeçmiş, geçmemiş öz... Ancak biz her zaman iyi bir okuyucu değilizdir.
Sadece kitap okumayan veya az okuyan bir toplum olmamızı kast etmiyorum.
Hiç bir şeyi kolay kolay okumamaya alıştırılmış olmamızı kast ediyorum.
Hadi özenilmiş öteki medeniyete benzemek için "ivedilikle" değişim hızından, tekamül virajında bir yanımıza devrilmiş olalım. Hadi bu çerçevede yapılan gönül devrimi nedeniyle kültür mirasımızı okusak ta anlamama, dolayısıyla okumaya yabancılaşmamızı da hatırlayalım. Hafızamız kaybolmuş vaziyette bir çağ, öylece yan yatmış olalım. Hadi kadim kitaplarımızı onlar bizim için sadeleştirilinceye kadar "anlayamıyoruz" diye okumamış olalım.
Kabul.
Hayatı, tabiatı, dağı dereyi, caddeyi, kuşu, kediyi okumayı terk edişimizi nasıl açıklayacağız? Birbirimizin aklını, kalbimizi okumayışımızı nereye koyacağız? Varlığın işleyişine işlemiyor uyduruk devrimler. Onların dili, göynü, gözü devrilmedi. Alfabeleri aşkın A sıyla başlıyor hep! Onların dili hep aynı. Tarih boyunca güneş hep aynı dilde doğuyor. Hayat ta. Gün de...Değişim dilini değiştirmiyor. Aynılığında da, farklılığında da ısrar ederek yol alıyor.
Bu yazımda okumaktan; hakikaten anlamak için az derine inip bir bakmak, birazcık çabayla çözümlemeyi kast ediyorum. Küçük, zevkli keşifleri kast ediyorum. Doğrusu bu anlamda, bizim için hiç sıkıcı ve yorucu olmayacak okumalarımızı dahi terk etmiş durumdayız. Sığlık, dizimizle boy ölçüşmeye cüret ediyor bu yüzden. Yüzeyselliğin dibi, desek argo olur mu? İyi anlatıyor fakat değil mi?
Ondandır; zevk almayışımız hep şarkılı ırmaklar, hıçkıran dereler, susan yollar gibi yanımızdan yöremizden akıp giden hayattan. Kanımızın kaynamaması, canımıza canın katılmayışı ondandır. Suratsızlık hakim. Tebessüm tedavülden kalktı kalkacak. Gülümseyen tutuklanacak. Selam mı? O da ne? Hepsi, bugün yarın resmi gastede yayınlanacak.
Artı bir şeyler yapmak için çırpınıyoruz işte bu yüzden. Mesela sadece tatile çıktığımızda hayattan zevk alacakmışız şeklinde kurguluyoruz kendimizi. İsraf edersek ancak saadete erecekmişiz gibi. Veya gösterişli bir mekana gider ve epeyce harcanırsak -eh işte- zevk alabiliriz gibi geliyor. Gösterişli bir mekan mı? Bir deniz kıyısından, bir dağdan, bir karganın yan yan zıplamasından, çimenlerin kıkırdamasından ve utangaç bir papatyadan daha gösterişli ne var?!
Büyük salonlara, ofislere, arabalara ve şehre, betona, şantiyeye, gürültüyü eşsiz bir musiki eseri sanmaya mecburiyet zincirleriyle bağlanmış, hareket kabiliyeti iyiden iyiye kısıtlanmış ve tabii olan her şeyden soyutlanmış mahkumlar gibi yaşayanlarımız az değil. Yüzüne güneş değse suratının şekli bozuluyor. Saçları dalgalanıyor diye rüzgara kırılıyor. Bir yağmur damlasında boğulacak sanıyor. Şemsiye biriktiriyor göğe karşı...Kuşlar onun başını ağrıtıyor. Hele müezzinler. Satıcılar, eskiciler de fanusa defnedilmiş ölü huzurunu bozuyor. Hayata hiç dokunmadan canlı olmaya kalkışıyor.
Olmaz. Olmuyor.
Başka bir kitap bu hayat! Okunmadan olmaz. Verili nimetlerden, zevkten, hava satmak için değil, gerçekten attığın kahkahadan, katıla katıla gülerken çekilecek acının tadından ve ağlarken yüzde açan neşenden olursun. Çok şeyden olursun. Biraz derine inip de kara batak gibi aniden yüze merhaba demedikçe, derinden aldığın sağ anlamı, sığlığa giydirmedikçe düz taban kala kalırsın.
Kendimizi tahliye edebiliriz. Bir şeylerin önümüze gelmesi için sokağa çıkarak. Hayata dokunarak. Önümüze geleni okuyarak. Varsın elde kitap olmasın.
Mesela geçenlerde ben elimde sokak, hayatı okurken...