Başka Bir Dünya Mümkün (mü?)
Başka bir dünyanın imkanının konuşulabilmesini anlamlı kılan iki önemli öncüle özellikle dikkat çekmeliyiz. Bunlardan ilki, içinde yaşadığımız hayat ve dünya insan için uygun koşullar taşımamaktadır. Aslında oldukça hijyenik olan bu cümleyi, içinde yaşadığımız dünya insan(lığ)ı her bakımdan boşa çıkarmakta ve hasta etmektedir şeklinde açımlayabiliriz. İkincisi, Adalet, bölüşüm, sağlık vb. açısından insani koşulların yaratılması mümkündür.
Cari
hayatta en azından zihni düzeyde insanlar “kötü” olan şeylere ciddi bir
alışkanlık kesbettikleri için başka bir dünyanın imkanını düşünememektedir. Bu
durum uygun koşulların oluşabilmesinin önündeki en yegane zihni direnç
noktasıdır. Çünkü bir şeyin daha iyi olabileceğine dair insanlarda inanç
kalmamış görünmektedir. Dolayısıyla bugün için temel ihtiyaç, insanların bu
ümitsizlikten kurtularak başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanmalarıdır. Zira
ümit olmadan ve “iyi”ye dair hayal kurmadan içinde bulunduğumuz koşullardan
kurtulmamız pek mümkün görünmemektedir.
İnsanların
yaşarken elbette dünya ile ilgili çok farklı arzuları bulunmaktadır. Bu arzular
kişisel hırs ve taleplerden üretilen sonsuz sayıda maddeyi içerebilir. Fakat
“ihtiyaç” bağlamında söyleyecek olursak, adalet, bölüşüm, ahlak, sağlık vb.
kavramları etrafında bir literatür ile karşılaşırız. Bu kavramlar insanların
dünya hayatındaki asgari beklentileridir. “Asgari” diyoruz ancak
gerçekleştirilmesi insanların yoğun çabasıyla ilintilidir.
Çok
farklı ideoloji ve dinlerin dünyaya dair yaklaşımları ve tabiri caizse dünya
tasarımları vardır. Sol, sağ ve İslam gibi meta anlatılara sahip yani dünyaya
dair daha genel teorileri olan yaklaşımlar bugün bunların başında gelmektedir.
Türkiye söz konusu olduğunda ve bugün gelinen noktada bunların ortaya
koydukları pratikler bir başarıya ulaşabilmiş değillerdir. Belki bunlar
arasında neo-liberal yaklaşımların dünya ölçeğinde bir hakimiyetinden
bahsedilebilir. Fakat dünyayı bugünkü olumsuz koşullara taşıyan şey; zaten
kapitalizm ve onun bugün teorik arkaplanını destekleyen ve güncelleyen neo-liberalizm
olduğundan bir başarıdan söz etmek mümkün olmamaktadır.
Benim
ise daha çok sözünü etmek istediğim müslümanların meseleye nasıl
yaklaştıklarıdır. 1960’lardan itibaren sol ve sağın dünyada ve Türkiye’deki
başarısızlıkları aslında otomatik olarak müslümanları daha iddialı hale
getirmişti. Bu durum 1980’lerden itibaren tedrici olarak onların periferiden
merkeze doğru yürüyüşünü sonuçlamıştı. Bilhassa 1980’lerden itibaren başka bir
dünyanın imkanına dair müslümanların hem iddia hem de inançlarının kuvvetli
olduğu söylenebilir. Fakat zaman ilerledikçe dünya ile reel temasın getirdiği
sonuçlar başka bir dünyanın iddia ve inançlarında zayıflamaları meydana
getirmiştir.
Batılılaşma/modernleşme
tecrübemizin üzerinden iki yüzyıldan daha fazla bir zaman geçmiştir. Bu zaman
geçtikte yaşanan tecrübeler çerçevesinde toplumun kendisine olan inancının
artması beklenebilirdi. Fakat bugün gelinen noktada, toplumda Batı’nın inşa
ettiği dünyaya her bakımdan ve her kesimden inançların daha da arttığı
gözlemlenmektedir. Bu durum açıkçası tarih, birikim, değerlere referansları
zayıflattığı gibi geleceğe doğru projeksiyonda da özelde “islam”ın bir gelecek
vaat ettiğine dair ümidi içinde barındırmamaktadır.
Toplumsal
zeminin kaydığı böyle bir konjonktürde, aynı olumsuz döngülerin sürekli
yaşandığı bir ruh haline ulaşılmıştır. Fakat bir ümit vadinin
gerçekleşebilmesi, insanların dışarıya fatura kesmeden önce değişim cehdini
göstermesiyle yakından ilintilidir. Kendisine inanmayan ve iddialarını
referanslarından üretmeyen bir toplumun başka bir dünya yaratması beklenemez. Ancak
başkalarının hikayelerine eklemlenmiş bir “hayat”ı yaşarlar. Ona şayet “hayat”
denebilirse…