Başka bir dünya mümkün mü?
Bugün dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan İslam deneyimleri, söylemlerle gerçekleştirim arasında varolan ciddi mesafeleri de bize faş ediyor. Herşeyden evvel bu deneyimlerin retorikten öte yaşanabilir bir dünya inşa etmediklerini söyleyebiliriz. Hatta geçmişten bugüne güncellendiği ifade edilen İslami söylemin, bugünkü post/Modern dünya ile başa çıkabilecek bir argüman üretmediğini de görmekteyiz. Gelinen yer; müslümanların kendi referanslarına olan güvensizlikleridir ki, İslam’ın yaşanılabilir olmaktan ziyade meşruiyet üretici şekilde gündelik hayata dahil olması bunun en önemli göstergesi sayılabilir.
1970’lerden itibaren 2000’li yıllara kadar İslami söylemleri takip ettiğimizde, mevcuda eleştirilerin yoğunluklu bir yer tutmasına rağmen, başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair varolan inanç ve umut, geldiğimiz noktada, en azından bende tüm bu söylemlerin bir retorikten ibaret olduğu fikrini kuvvetlendirdi. Aslında belirli oranda bir kayıp, insan olmamız gerçeğinden hareketle tolere edilebilirdi. Ancak bizim durumumuz “belirli oranda bir kayıp” olmanın çok ötesinde gibi görünüyor. Artık sadece Müslümanlar değil, insanlar “başka bir dünyanın mümkün olmadığı”nı düşünüyorlar. Bu ise, umutsuzca bir teslimiyeti ifade ettiği için ayrıca can acıtıcı.
1970’lerden itibaren geliştirilen söylemlerin eleştiri ağırlıklı olduğunu belirtmiştik. Bu eleştiriler büyük oranda Batılıların eleştirilerini takip etse de, en azından başka bir dünyanın varlığına olan inancı koruması açısından “bir şey” ifade etmekteydi. 1980’lerden itibaren dönüşüm müslümanların periferiden merkeze doğru sınıfsal anlamda hareketine 1990’lardan itibaren diğer tecrübeler eşlik etti. Fakat entelektüel eleştiri, tartışma, üretim ve birikim oluşmadı. Hatta 2000’lerden sonra müslümanlar entelektüel anlamda tam bir çölleşme yaşadılar. Bugün gelinen noktada, düşünsel anlamda bırakın yeni devlet, siyaset, kültür ve sanat düşüncesi üretebilmeyi, varolan eleştirileri bile kaybettiler.
Bir toplumda Devlet-toplum ilişkileri açısından değişim, çok kabaca iki boyutlu olarak ele alınabilir. Birinci boyut, yukarıdan aşağıya doğru; ikincisi de, aşağıdan yukarı şeklindedir. Birinci boyut, hızlı bir değişim getirmiş gibi görünür; ancak büyük oranda “güç”ten kaynaklanan bu değişimin entelektüel tabanlarının zayıf olması riski söz konusudur. En sağlıklı değişim; aşağıdan yukarı; yani kültürel, sanatsal, düşünsel, bilimsel üretim zenginliğiyle gerçekleşebilendir. Bu, bir binanın temellerini çok güçlü atmak demektir aynı zamanda.
Batı dünyası Rönesans’tan itibaren ciddi düşünsel, sanatsal, kültürel üretimlere eşlik eden bir siyasallık üzerinden ama kendi dinamikleri üzerine dayalı bir kurumsallaşma yaşamıştır. Biz bu kurumsallaşmayı tüm alt enstrümanlarıyla Post/Modern dünya olarak ifade edebiliriz. Küreselleşme, tüketim toplumu isimlendirmeleri ana paradigmanın yeni aşamalarını ifade etmektedir. Batı bu dünyayı, yeni bilgi ve düşüncelerle de ikame etmeye devam ediyor. Müslüman toplumların en temel sorunu ise, bu bilgi, düşünce, sanat ve kültür üzerine kurulan dünya ile baş edecek alternatif düşünceler geliştirememiş olmasıdır. Tam da bu sebeple Ortadoğu toplumları bir düşünsel dinamik üretememektedir.
Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinde belirttiği değerlerin dünya ölçeğinde yaygın hale gelmesi, en azından şimdilik pratik yaygınlık kazanmış durumdadır. Fakat dünya ölçeğinde farklı şekillerde kendisini tezahür ettiren krizlerin giderek derinleştiği de, bakmasını bilenler nezdinde görünen bir şeydir. Dünyanın kesinlikle bu şekilde olması gerekmiyor; yalnız bunun için öncelikle başka bir dünyanın imkanına inanmak gerekiyor.