Basitliğin siyaseti, hödüklüğün işareti
Çoğu zaman siyaset ve kültür arasında yakın bir ilişki vardır. Bir ölçüm yapılabilme imkanı olsa genellikle toplumun ortalama kültür düzeyi ile siyaset kurumunun kültür düzeyi arasında benzer seviyeler tespit edilir. Bu hem siyasal kültür bağlamında böyledir hem de genel kültür düzeyi için benzer şey söylenebilir. Toplumun sosyolojik özelliklerinin siyaset kurumuna yansıması neticesinde siyaset kurumu da toplumla benzer özellikler gösterir ve aşağı yukarı türdeş hale gelir. Siyasetin toplumsallaşması sürecinde de genel kültür düzeyinin siyaset kurumunda tecessüm etmesi durumunda da benzer yasalar işler. Çünkü nihai kertede siyasetçi de toplumun içinden doğar ve onu temsil etmek üzere siyaseti yürüten kurumlarda görünür hale gelir. Toplumun bir parçası olan siyasetçinin tamamıyla toplumdan soyutlanması, ortalama sosyolojiden arınması mümkün olmadığına göre genel kültür düzeyinin tespitinde toplumla siyaset kurumu arasındaki benzerlik hiç de şaşırtıcı sonuçlarla karşımıza çıkmaz. Sokağın dilinin, renginin, seviyesinin, tarzının siyasete yansımaması düşünülemez. 24 Haziran seçimlerine hızla yaklaştığımız bugünlerde içinde bulunduğumuz kampanya dönemi yukarıda kurduğumuz cümlelerin bir nevi laboratuvarı haline geldi. Geldiğimiz noktada siyaset kurumunun ya da siyasetçinin kullandığı dilin, üslubun, yöntemin sokağın diliyle epey benzeştiğini test etmek imkanımız oldu. Galiz sözler, seviyesiz, yakışıksız atışmalar, yalan-dolan üzerine kurulu yapay bir retorik, sözüm ona adına kampanya denilen ama bir profesyonel seçim kampanyası havası vermekten çok sokak atışmalarını andıran pespayelikler gerek siyasal kültürümüzün geldiği noktanın tespiti gerekse genel kültür düzeyimizin geldiği aşama hakkında bize çok net veriler sunmakta. Siyaset üretemeyen bir muhalefet, yalanla, hırçın sataşmalarla yol almaya çalışan kifayetsiz adaylar, seviyesi son derece düşük konuşma şekilleri, içi boştan ve bomboştan daha ötede vahim denilebilecek, kundaktaki bebeğin bile kanmayacağı vaatleru2026 Bunlar asla birer tesadüf olamaz. Bu kepazeliğin bu pespayeliğin 20-30 sene evvelki siyasi atmosferde olmadığını üzülerek ifade etmek zorundayız. Sosyal medyadan 30-40 yıl evvelki siyasi kampanyaların videolarına, TV proğramlarında siyasetçiler arasında yaşanan polemik ve atışmalara bir bakın. Siyasi üslup ve nezaket bakımından, mizah ve incelik bakımından seviyenin bugünkünden çok daha yukarıda olduğunu üzülerek göreceksiniz. O kuşağı temsil eden adamların her birinin siyasi nezaket, genel kültür ve mizah anlayışı bakımından ne denli kaliteli insanlar olduğunu anlayacaksınız. Burada siyasi günahlarını, kişisel hatalarını, doğru ya da yanlış yaptıklarını konu etmiyorum. Dikkati kültür düzeylerine, nezaket ve terbiyelerine çekiyorum. O günün iktidar ve muhalefet temsilcileri birbirinden güçlü donanıma sahip insanlardır. Özal ve Demirel bavullarla yurtdışından getirttikleri kitapları sabahlara kadar okuyan adamlardı. Her ikisinin de yabancı dili vardı. Dünya gündemini rahatça takip edebilecek entelektüel derinliğe sahiptiler. Ecevit üniversite mezunu değilse de iyi bir kolejden mezundu, felsefe, şiir ve edebiyat gibi alanlara ilgisi vardı. Sürekli okuyan birisiydi. Erbakan Hoca mühendislik profesörüydü, ancak siyasal ideolojiler, din, ekonomi ve modern dünyanın işleyişi hakkında derin bilgilere vakıf bir siyasetçiydi. Yıllarca Almanya'da kalmış, Avrupa'yı, Batı'yı çözmüş bir adamdı. Şimdikilerle bu eski kuşağı kıyaslamak bile mümkün değil. Adam hayatında üç koyun gütmemiş, siyasal tecrübesi yok, bir kurum yönetmemiş, entelektüel sermayesi oldukça yetersiz, seçim bölgesinde eni konu üç beş yıl dersanecilik, öğretmenlik yapmış, kalkıyor bu adam milletin önüne çıkıyor Cumhurun reisliğine soyunuyor. Kullandığı dil, üslup, retorik zaten yerlerde sürünüyor, siyasi seviye deseniz zaten ortada. Bir başkası ideolojik savrulmalarla bugüne kadar ayakta durmuş, Çiller'in siyasete kazandırdığı, sonrasında ülkücü, bugünlerde nereye yakın durduğu tespit edilemeyen erkeksi duruşuyla erkek siyasetçileri avucunda harcama iddiasında ama alacağı oy oranıyla iş birliği yaptığı mihrakları şimdiden kedere terk edecek bir politik çizgi üzerinde yürüyor. Saadet'in başındaki tuhaf kişi ise bir başka laboratuvar konusu kişilik. Temsil ettiği geleneğin yerleşik ilkeleriyle kavgalı, daha düne kadar Madımak meselesi dolayısıyla kendisine ağız dolusu küfreden, yalan, dolan ve sahtekarlık üzerine bina edilmiş bir başka muhalefet partisi ve lideriyle kol kola girmiş, buradan kendisine ve yandaşlarına bir ikbal temin edeceğini düşünüyor. İşin tuhaf tarafı ülkede yapılan büyük çaplı yatırımları eleştiriyor. Ben daha büyüğünü, daha iyisini, daha kalitelisini yaparım diyemiyor. "Ne gerek var bunlara, yapmayın, bunlara son verin kardeşim" diyor, diyebiliyor! Geçmişe bir dönün şimdi. Mesela Boğaz Köprüsü yani bugünkü adıyla 15 Temmuz Şehitler köprüsü Demirel'in eseridir. Özal ben daha iyisini yapacağım dedi, Fatih Sultan Mehmet Köprüsünü inşa ettirdi, Erdoğan ben Özal'dan daha iyisini yaparım dedi, İzmit Körfezine ve Boğaza iki köprü daha yaptırıverdi. Yapılış teknikleri, fonlanmaları, mimari biçimleri eleştirilebilir belki. Ama neticede ortada daha iyisi için bir iddia var, iddialaşma var. Yani neticede hem hizmet yarışı, hem kişisel özellikler hem de kullanılan siyasi üslup bakımından bugünküler dünküleri aratacak düzeydeler. Bugünkülerin pek çoğunun bir entelektüel birikimi yok, mizah anlayışı yok, ufku yok, stratejisi yok, millete vadedeceği bir şey yok. Demek ki "nasılsak öyle idare olunuruz" ilkesi günün koşullarında kendisini açıkça gözümüze sokuyor, varlığını bir kez daha hissettiriyor. Seçim arefesinde olduğumuz şu günlerde liderlerin birbirlerine "ispatlamazsan şerefsizsin, namertsin, alçaksın" tonunda sertleşmeleri ve restleşmeleri geleceğimize dair umut verici bir siyasal gelecek ya da iklim vadetmiyor. Vesselam.
Hiçbir Koltuk Ebedi Değil!
Futbolla pek ilgili değilim. Oturup bir maçı başından sonuna kadar izlediğim ya ikidir ya üçtür. Özellikle çocukken futbol konusunda pek çok çocuğun eline geçmeyecek fırsatları da tepmiş birisiyim. Mesela o günlerde Üsküdar'daki komşularımızdan günün büyük gazetelerinden birisinde spor yazarlığı ve muhabirliği yapan bir ağabeyimizin bana duyduğu sevgiye binaen "hadi hazırlan seni filan derbi maça filan yurtdışı karşılaşmaya götüreceğim, maçı kalenin arkasında sahada izleyeceksin" tekliflerine "hayır" diyebilmiş de birisiyim. Düşünsenize Galatasaray'ın mesela Real Madrid'le Ali Sami Yen' de müsabakası var, ben maçı kalenin hemen dibinde izleyeceğim. Başka bir çocuk olsa uçarak giderdi. Bu kadar ilgisizim futbola yani. İçinizden "vay enayi vay" diyenler de çıkacaktır eminim ama böyleyim ne yapayım. Her neyse gelelim bugüne. Birkaç gün evvel Fenerbahçe spor kulübünde bir seçim yapıldı ve neredeyse hiç gitmeyecek denilen Aziz Yıldırım koltuğu Ali Koç'a bırakıp gitti. Seçim neticesinde gitmek zorunda kaldı. Belki hiç ayrılmak istemiyordu ama gitti. E demek ki hiçbir koltuk ebediyyen kimseye baki değil. Demokrasilerde ebedi şeflik, milli şeflik yok. Seçim diye sihirli bir uygulama var, bir makamı babasının çiftliği zanneden herkese dersini veriyor ve arkasından el sallayıp bir maşrafa su dökebiliyor. Benim anlamakta zorlandığım şey ise bambaşka bir şey. Kokusu yakında çıkar gerçi ama; bir ülkenin bir numaralı zengini, büyük büyük sanayicisi, milyar dolarlarca yatırımı olan, işiyle gücüyle uğraşan, küresel pek çok büyük şirketin yurtiçindeki distribütörü olan bir adam neden kalkıp da bir futbol kulübünün başkanlığı için yarışa girer? Yani bu adamın işi gücü, şirketi, ailesi parası, pulu yok mudur? Anlamakta zorlanıyorum. Anlayan birisi bana yazarsa çok sevinirim yorumlarınızı bekliyorum. Ama "anlamadığın işlere neden burnunu sokuyorsun" diye yazacakların mesajlarını okumayacağımı şimdiden belirteyim.