Dolar (USD)
35.15
Euro (EUR)
36.74
Gram Altın
2964.27
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
29 Haziran 2022

Bahar ve kanunlar

Sosyal medya söylemlerini kısıtlamaya yönelik olarak hazırlanan kanun taslağı muhtemelen haftaya görüşülmeye açılacak ve önümüzdeki süreçte internet ortamında kurulan cümleler önceki süreçlere göre çok daha kontrollü hale gelecek. Bundan böyle artık herkes öyle içinden geldiği gibi konuşamayacak, bağırıp çağıramayacak, atıp tutamayacak. Görüşlerini öyle alelusul dile getirmek, sosyal medyayı söz çöplüğüne dönüştürmek de neymiş? Kontrolsüz bir toplumu kontrol etmek elbette değerli büyüklerimizin boynunun borcudur. Geçmişte olmasa da bugün artık “halka rağmen halk için” söyleminin bir kıymeti harbiyesi tabii ki var. Bütün bunlardan naşi, sürecin ilk yazılarından birini huzurlarınıza amade kılmak da bendenizin boynunun borcudur.

Yıllık izne çıktım. Haziranının son demlerinde ve temmuz çiçeğinin burnunda asılı olduğu Sivas’ta, Yıldız dağının eteklerinde bir köye, İslim’e konuk oldum. Her taraf börtü böcek, dağ bayır alabildiğine çiçek. Nereye baksan oradan bir tablo çıkacak denli her şey gümrah, renkli, ışıl ışıl. Dağların üzerindeki bulutlar tertemiz, gök sonuna kadar yakın, açık, mavili. Göğün, elini uzatsan tutulacak mesafede oluşunun lüksünü sonuna kadar yaşıyorsun kuzeyde. Dereler şırıl şırıl, yalaklar ipil ipil su kaynıyor. Pan’ın nefesi toprağın bedenine sayısız kıyafet giydirmiş bu mevsimde ve renkler, sadece onlar konuşuyor. Sabahın erinde başka bir elbise giyiyor doğa, öğleyin başka, ikindileyin ve akşam bambaşka… Öyle narin, öyle ince, öyle yeşil ki yamaçlar insanın her metrekareye oturası, dinlenesi, göğü, yeri, ileriyi, geriyi seyredesi geliyor. Güzel ülkemde bahar da diğer mevsimler gibi yolcudur, göçebedir, dağ bayır dolaşır. Martta Adana’da, Mersin’de Antalya’da; nisanda İzmir’de, Manisa’da, Aydın’da; mayısta Antep’te, Adıyaman’da, Malatya’da; haziranda İstanbul’da, Edirne’de Trabzon’da; temmuzda Sivas’ta, Erzurum’da Kars’ta eğleşiyor. Böylece güzel ülkemin bir başından ötekine adım adım, santim santim dolaşarak kendiyle getirdiği boyaları rastladığı zeminlere sürüyor, cennet ülkemin topraklarına taze nefesini üfleyerek diriliş muştusunu ekiyor, ekliyor.

Kuşlarımız da haberlidir elbet baharlarımızdan. İslim’de, bir öğle vakti, çimenlerin üzerine uzanarak ayaklarımın altından akan derenin şırıltısına kapılıp giderken birbirinden farklı sayısız kuş sesine kulak verdim. Serçeler, sığırcıklar, ibibik kuşları, bülbüller, saksağanlar, ileride, kavak ağaçlarının süsü kargalar… Nasıl da çağıl çağıl, nasıl da şarkı şiir… Bir orkestranın farklı enstrümanları nasıl uyum içinde bestenin peşinden koşuyorsa öylece süzülüp gidiyor çayırların üzerinden, hafif yeller gibi. Baharı bir coğrafyadan ötekine taşıyan biraz da kuşlarımız değil mi? Yaşasın Anadolu, yaşasın yenibaharlar, yaşasın memleketimin kuşları, yaşasın internet kısıtlamaları diyor içimdeki ses ve yaşamın götürdüğü yere, bir başka su kenarına gidiyorum.

Yıldız dağının eteklerinde turkuaz rengi bir göl… Adalar, yarım adalar, çeyrek adalar, girintiler, çıkıntılar, küçük koylar, koyaklar… Suyun elinin değdiği yerlerde hayatın dansı var. Ve söğüt ağaçları elbette, hiçbir su kenarını kaçırmayan, her su kenarını vatan bilen o ince telli, ince belli narin ağaçlar, gölgeleri onların. Bir yer bulur oturur, sırtını apak gövdesine vurur, dalar gidersin Türk mavisi dalgalarına suların. O sular ki kuzeyin ne kadar fırtınası var, içindedir; ne kadar karı, boranı, yağmuru var, içindedir; ne kadar sertliği, yumuşaklığı var, içindedir; ne kadar duygusu, duyarlılığı, biçimi var, içindedir. O sular ki yurdumun tamamının sesi, nefesi, içindedir. “Beni yurdumun yağmurlarında yıkayın” diyen şair ne de güzel söylemiş…

Her şeyde bir hayır var. İnternet yasaklarında da muhakkak büyüklerimizin gördüğü ama bizim göremediğimiz, büyüklerimizin öngördüğü ama bizim öngöremediğimiz sayısız faydalar mevcuttur. Yola çıktığımız zamanki hayalimiz mum gibi olmuş bir toplum değil miydi? İşte gerçekleşiyor, işte geldi gelmekte olan, işte karşımızda. Sonuçta onlar bizden büyük, boyları da boyaları ve akılları da bizden uzun. Kim ne derse desin, onlar bizim büyüğümüz, elbette bize rağmen bile olsa bizim için alıyorlar kararlarını ve hangi büyük kendinden küçük gördüğüne, tepeden baktığına zarar verir ki? Güneşle aramıza giriyorlarsa bir bildikleri var, cildimizi düşünüyorlar, gölgelerinden faydalandırmak istiyorlar. Niyetleri ışığımızı kesmek değil, hayır, gözlerimizin kamaşmasını engellemek, onları zararlı ışınlardan korumak istiyorlar. Ve biliyorlar ve biliyoruz ki onların gözleri bizimkinden büyük. Göz sinirleri bizimkinden sağlamlar. Retinaları bizimkinden keskin... Hem böylece yüzümüzü ekranlardan doğaya, Anadolu’nun keşfedilmemiş eşsiz manzaralarına çevirebilir, dünyaya gözlerimizi kapatıp kendi küçük dünyamıza açabiliriz. Uzağı görüp de ne yapacağız? Zaten biz mikroskoba da dürbüne de karşıyız. Kendi küçük gözlerimiz bize yeter. Kendi küçük dünyasını gören gözden daha bahtiyarı var mı? Büyüklerimiz zaten bizim için uzağı görüyorlar. Uzağı görüyor ve bizi tehlikeden salim, güvenli limanlara taşımanın yükünü omuzlarında hissediyor, bu uğurda gözlerini kırpmadan yedi gün, yirmi dört saat mesai harcıyorlar. Allah devletimize de büyüklerimize de zeval vermesin. Bizim göze de gözlüğe de bakmaya, hatta yaşamaya da ihtiyacımız yok, onların gözleri bizim gözlerimiz, bakışları bizim bakışlarımız, hayatları bizim hayatımız değil mi zaten? Onlar yaşasınlar, biz yaşamasak da olur.