Babamın kitabı
Güneşi avuçlarıma aldım. Sevdim. Isıttı. Işıttı. Beklemiştim
doğuşunu. Doğdu. Pencereden girdi. Perdelerin arasından sızdı.
Yüzüme değdi. Yüzümde tüylerim yumuşadı. Salonun köşesinde
bir çiçek. Unutulduğunu sanıyordu. Aldım, pencere önüne koydum. Güneşle
buluştu. Mutluydu. Işıl ışıl oldu. Parladı. Yaprakları canlandı. Dile geldi.
Konuştu, konuştuk. Dinledi, dinledim; sustu, sustuk.
Sakindi. Tenhaydı sokaklar. Kaldırımlar yorgundu. Yüzleri
buruş buruş bir yaşlının cansız yüzünü andıran kaldırımlar. Akşamdan, geceden
kalan ağırlığı üzerinden atamayan sokak. Lambalar az önce sönmüştü. Sokak
hayvanları başıboş dolaşıyordu ama bugün onlar da yoktu. Çöpleri karıştıran o
kişi vardı. Evet, yine o kişi gelmişti. Her gün aynı saatte geliyordu. Bakıyor,
karıştırıyor, didik didik ediyor ama bir şey almadan gidiyordu. Üstü başı
dökülüyordu. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Zayıftı. Yorgundu. Parmakları
inceydi. Öne dökülen saçlarından gözleri zor görünüyordu. Başını kaldırmıyordu.
Yüzü yere bakıyordu. Her gün aynı saatte karıştırdığı çöpten bugün de bir şey
almadan uzaklaştı.
Tatil gününün sessizliği. İçimdeki sessizlik. Güneşin
sıcaklığı. Havanın berraklığı. Odadaki sessizlik. Çiçeğin bakışı. Perdenin
güneş ışığına buyur diyen çekilişi. Masada öylece duran bir kitap. Ayraç
sürekli aynı sayfada. Orada kalmıştım. Durmuştu kalbim. Gözüm ilerlemiyordu.
Hep aynı yer. Hep aynı şarkıyı dinlemek gibi.
Güneş, odaya iyice yerleşti. Koltuklara oturdu. Odada ne
varsa ısındı birer birer. Bir ısınmayan ellerimdi. Bir de dilim. Ağzımın içinde
bir buz vardı da öylece sert bir soğuk kesiyordu dilimi. Dilim sessizdi.
Kaskatı kesilmişti. Büyüyordu da ben mi fark edemiyordum, neydi bu anlamsız
hâlin sebebi? İsyan ve kabul arasında kalan dilim. Dilimde toplanan kelimelerin
ağırlığını hissediyorum. Şunları söyleyip kurtarabilseydim. Gitmiyorlardı.
Dilime dolaşan onlarca kelime. Ayaklarıma inen ağrılar. Gelip konaklıyordu
parmak uçlarımda. Parmaklarım solgun.
Yüzümde patlayan güneş. Çekiliyordu yavaş yavaş. Tam
saatinde gelmişti ama o bulut geldi durdu önüne. Gitmiyordu. Karardı. Çoğaldı.
Yayıldı. Kapladı gökyüzünü. Simsiyah bir gök. Kuşlar kaçtı. Acı bir serinlik
sarıyordu. Birden değişti her şey. Musluğa baktım. Su kesilmişti. Su. Akmıyor.
Damla yok. Fıs diye bir ses bile yok. Durdu. Durdu dilim.
Kitaba baktım. Ayraca baktım. Okudum. “Ben büyüttüm seni,
ben yetiştirdim
Bugüne bu sevdaya/ Toprağım, ekmeğim, kitabım, şiirim/ Sen,
ne varsa iyiden, doğrudan yana/ Gözümün nuru, başımın tacı, efendim”
Melih Cevdet’le arkadaş olmuştuk. Melih Cevdet’i dinledim:
“Tanıdığım bir ağaç var/
Etlik bağlarına yakın” Ağaç, o ağacı bulmak geldi içimden.
Rahatı kaçan o ağacı düşündüm. Konuşabilseydim keşke! Keşke o ağacın dalına
yuva yapan bir kuş olsaydım. Bir kuş. Rahatı kaçan ağacın dalında. Belki ağacın
rahatı gelirdi. Sevinirdi. Severdi beni.
Sabah. Güneş henüz gelmemişti. İçimde binbir şüphe. Perde
yerinde. Yarı aydınlık. Her günkü saat. Sokakta yine kimse yok. Çöpleri
karıştırdım. Didik didik ettim. Yoktu. Yine yoktu. Bulamadım o kitabı. Babamın
ölmeden önce okuduğu son kitabı çöpe atmışlardı. Babam, salonda masaya
bırakırdı o kitabı. Ben yıllardır o kitabı bu çöpte arar dururum. Artık umudum
kalmadı. Bulamadım. Masada dururdu. Ayraç hep aynı yerde idi. Döndüm eve.
Salona gittim. Masamdaki aldım. Ayracın olduğu sayfayı okudum:
“Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin.”