Dolar (USD)
32.42
Euro (EUR)
34.29
Gram Altın
2492.64
BIST 100
9693.46
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

31 Ağustos 2022

Babalarımızın Dünyası

Dedelerimiz savaşmaktan yaşamaya fırsat bulamadı. Babalarımız onların hikayeleriyle büyüdü. 20. yüzyıl her yönüyle bir kopuşlar çağıydı. Klasik ve modern kültür tam da o sapakta makas değiştirdi. Masallar, hikayeler, destanlar, efsaneler ve mitolojiler sunaklarına yerleştirilir, bu güzelim edebiyat türlerinin gidişlerine ağıtlar yakılırken gazete yazıları, dergiler, makaleler, romanlar sessizce onların yerine ikame ediliyordu. Bilimsel keşifler insanın yaşam kalitesini artırmakla ve ömrünü uzatmakla kalmıyor aynı zamanda kötü ve şeytani işlev alanlarıyla donanmanın hesaplarına kurban veriliyordu. İtalyan, Fransız, İngiliz, Alman aydınlanmalarıyla Avrupa devasa bir kültür ve medeniyet coğrafyasına dönüşür, kendi içinde inanılmaz bir bilimsel evrilmeye tanıklık ederken Doğu dünyası bilime adapte olup olmamanın ikircikli hallerini yaşıyor; toptan ret, sentez veya bütünüyle kabulün teorilerini tartışmaya açıyordu.

Dedelerimiz işte tam da burada, bilimin ışığıyla yakıcı ateşinin ortasında açmıştı hayata gözlerini. Birinci dünya savaşının barut kokuları dağılmadan İkinci Dünya Savaşı’na tanık olmuşlar, onun yarattığı kıtlığı, sefaleti, acıyı iliklerine kadar hissetmişlerdi. His ile akıl arasındaki tercihte belli bir ölçüyü gözeten dedelerimiz belli ki gecenin bir vaktinde çocuklarının kulaklarına masallar söyler, onlar gözlerini kapayana kadar araya kendi hayatından, özlemlerinden, tutkularından bazı pasajlar da yerleştirerek cenk hikayeleri fısıldarken içgüdüsel olarak dünyanın büyüsünün her an kaçacağının farkındaydılar. Babalarımız belki de o yüzden hep bir masalın peşinde koştular. Masalların büyüttüğü, destanların gençliğe hediye ettiği, romanların pişirdiği babalarımızın gözündeki bitimsiz yaşam sevincinin altında muhakkak ki o günlerden, o çocukluk anılarından kımıldayan bu tüy gibi hafif yellerin tadı, kokusu, usaresi var.

Biz doğduğumuzda babalarımız ya genç veya olgunluğa henüz adım atıyorlardı. Masalların yerini gazete haberleri, destanların yerini Soğuk Savaş rüzgarları almıştı. Kağıt üzerine dökülen yazı karakterleriyle büyüdü onlar. Yazmayı da okumayı da hem babalarından hem de bizlerden çok daha fazla sevdiler, kitaba ve okumaya inandılar. Batı aydınlanmasının şiddetini katladığı İkinci Dünya Savaşı Avrupa’yı kavurmanın yanı sıra bütün dünyada filizkıran fırtınaları yaratmış, her ülke kendi içinde uğultulu bir sessizliğe gömülmüştü. Dünyanın sınırları gibi zihnin ve bedenin sınırları da kaskatı duvarlarla örülmüş, yalnızlık, melankoli dışında o sınırlardan içeriye hiçbir duygu alınmama konusunda sanki yeminler edilmişti. Bu sınırları incelten, devletlerin ve benliklerin cildine yumuşakça nüfuz eden radyo tam da bu sırada imdadına yetişti babalarımızın. Ardından siyah-beyaz televizyonlar, Yeşilçam filmleri, MalcolmX’ler, Muhammed Ali’ler sıcaktan bunalan yüzlere çalınan serin su serpintisi ferahlığıyla yalnızlıklarının dağılmasına vesile oldu… Amerika ile Rusya birbirine laf yetiştiredursun babalarımız MalcolmX’in ağzından çıkan demir yumruklara, hep de sabaha karşı, yorgun göz kapaklarıyla seyredilmek zorunda kalınan Muhammed Ali’nin rakibini tek vuruşta yere kapakladığı kroşelerine dikkat kesilmişti. Söylenen her söz, atılan her yumruk bir önceki neslin yani dedelerimizin yabancılardan, müstemlekecilerden, düşmandan aldığı öç anlamını taşıyordu.

Babaları gibi cephe hattında, düşmanla göğüs göğüse savaşmadı babalarımız. Onlar hayatla cebelleşti bir ömür. Geçimini sağlamak için helalinden bir ekmek parası kazanmak uğruna dişini tırnağına takarak ve terin ve ter kokusunun envaı çeşidine bulanarak tükettiler ömürlerini. Ya gurbete hüküm giydi ya askere gitti veya hapse düştüler. Hepsinde de mektup yetişti babalarımızın imdadına. Babamın babasına yazdığı mektuplardan bazılarını gördüm. Son ve artık doldurulamayacak sanılan sayfanın altına ellerini kartal pençesi gibi açarak beş parmağını çizmiş hemen hepsinde. Ve hapse düşenlerin mektuplarını da gördüm. Zindandan Mehmed’e Mektup, Kemal Tahir’den Fatma İrfan’a, Nazım Hikmet’ten Piraye’ye… Ve Orhan Kemal ne güzel yazdı gurbeti, gurbet kuşlarını, gurbet acısını…

Kimi işçi, kimi çiftçi, kimi öğretmen, kimi doktor, kimi savcı, kimi esnaf, kimi mühendisti onların ve hepsi, hep birlikte, ağız birliği etmiş, babalarına söz vermişçesine ibadet eder gibi huşuyla çalıştılar. Emeklerinin karşılığını almadı, yine çalıştılar. Dövüldü, kovuldu, aşağılandı, işten atıldı yılmadılar, kaldıkları yerden devam etmeyi bildiler. Başardılar, başarısız oldular ama hiçbir zaman pes etmediler hayata olan bağlılıklarından, inançlarından. Onlar için dünya bitimsiz bir gelecekler toplamıydı. Asla pes edilmemesi gereken ve umudun her an, her saniye umulmadık yerden ışığını göstereceği, Kaf dağının ardının sonsuzlukla buluştuğu bir cevherdi dünya. Dedelerimizin gözlerinde var mıydı bilmiyorum ama hiçbirimizin gözlerinde onlarınki kadar ışıltılı bir bakışı göremedim. Yaşamdan o kadar çok keyif alıyorlardı ki insanın kıyametin kopacağına inanası gelmiyordu. Mış gibi yapmıyorlardı çünkü. Yanlışlarında da doğrularında da sonuna kadar gidiyor, yenilgiyi de zaferi de iliklerine kadar yaşıyorlardı.

Babalarımızın dünyası tuhaf bir dünyaydı; savaşların içine yerleştirilmiş küçük yalnızlıklarla dolu elemli, cızırtılı bir dünya… Bir beyaz buluttu maviliklerin içine konmuş, bir dala bir kuş… Ve biz, onların kurduğu yuvalarda büyüdük onların tüylerinin sıcaklığıyla. Uçmayı onlardan öğrendik, hangi dala konacağımızı sormayı unuttuğumuz için ya yanlış dallara konduk veya konduğumuz dallar kırıldı, “bir büyük boşlukta” dağılıp gittik... Şimdiyse her birimiz bir başka yamaçta, başka ufuklara bakarak yönsüz, yordamsız, tarumar…