Babalarımızın Dünyası
Dedelerimiz savaşmaktan yaşamaya fırsat bulamadı. Babalarımız onların hikayeleriyle büyüdü. 20. yüzyıl her yönüyle bir kopuşlar çağıydı. Klasik ve modern kültür tam da o sapakta makas değiştirdi. Masallar, hikayeler, destanlar, efsaneler ve mitolojiler sunaklarına yerleştirilir, bu güzelim edebiyat türlerinin gidişlerine ağıtlar yakılırken gazete yazıları, dergiler, makaleler, romanlar sessizce onların yerine ikame ediliyordu. Bilimsel keşifler insanın yaşam kalitesini artırmakla ve ömrünü uzatmakla kalmıyor aynı zamanda kötü ve şeytani işlev alanlarıyla donanmanın hesaplarına kurban veriliyordu. İtalyan, Fransız, İngiliz, Alman aydınlanmalarıyla Avrupa devasa bir kültür ve medeniyet coğrafyasına dönüşür, kendi içinde inanılmaz bir bilimsel evrilmeye tanıklık ederken Doğu dünyası bilime adapte olup olmamanın ikircikli hallerini yaşıyor; toptan ret, sentez veya bütünüyle kabulün teorilerini tartışmaya açıyordu.
Dedelerimiz
işte tam da burada, bilimin ışığıyla yakıcı ateşinin ortasında açmıştı hayata
gözlerini. Birinci dünya savaşının barut kokuları dağılmadan İkinci Dünya
Savaşı’na tanık olmuşlar, onun yarattığı kıtlığı, sefaleti, acıyı iliklerine
kadar hissetmişlerdi. His ile akıl arasındaki tercihte belli bir ölçüyü gözeten
dedelerimiz belli ki gecenin bir vaktinde çocuklarının kulaklarına masallar
söyler, onlar gözlerini kapayana kadar araya kendi hayatından, özlemlerinden,
tutkularından bazı pasajlar da yerleştirerek cenk hikayeleri fısıldarken
içgüdüsel olarak dünyanın büyüsünün her an kaçacağının farkındaydılar.
Babalarımız belki de o yüzden hep bir masalın peşinde koştular. Masalların
büyüttüğü, destanların gençliğe hediye ettiği, romanların pişirdiği
babalarımızın gözündeki bitimsiz yaşam sevincinin altında muhakkak ki o
günlerden, o çocukluk anılarından kımıldayan bu tüy gibi hafif yellerin tadı,
kokusu, usaresi var.
Biz
doğduğumuzda babalarımız ya genç veya olgunluğa henüz adım atıyorlardı.
Masalların yerini gazete haberleri, destanların yerini Soğuk Savaş rüzgarları
almıştı. Kağıt üzerine dökülen yazı karakterleriyle büyüdü onlar. Yazmayı da
okumayı da hem babalarından hem de bizlerden çok daha fazla sevdiler, kitaba ve
okumaya inandılar. Batı aydınlanmasının şiddetini katladığı İkinci Dünya Savaşı
Avrupa’yı kavurmanın yanı sıra bütün dünyada filizkıran fırtınaları yaratmış,
her ülke kendi içinde uğultulu bir sessizliğe gömülmüştü. Dünyanın sınırları
gibi zihnin ve bedenin sınırları da kaskatı duvarlarla örülmüş, yalnızlık,
melankoli dışında o sınırlardan içeriye hiçbir duygu alınmama konusunda sanki
yeminler edilmişti. Bu sınırları incelten, devletlerin ve benliklerin cildine
yumuşakça nüfuz eden radyo tam da bu sırada imdadına yetişti babalarımızın.
Ardından siyah-beyaz televizyonlar, Yeşilçam filmleri, MalcolmX’ler, Muhammed
Ali’ler sıcaktan bunalan yüzlere çalınan serin su serpintisi ferahlığıyla
yalnızlıklarının dağılmasına vesile oldu… Amerika ile Rusya birbirine laf
yetiştiredursun babalarımız MalcolmX’in ağzından çıkan demir yumruklara, hep de
sabaha karşı, yorgun göz kapaklarıyla seyredilmek zorunda kalınan Muhammed
Ali’nin rakibini tek vuruşta yere kapakladığı kroşelerine dikkat kesilmişti.
Söylenen her söz, atılan her yumruk bir önceki neslin yani dedelerimizin
yabancılardan, müstemlekecilerden, düşmandan aldığı öç anlamını taşıyordu.
Babaları
gibi cephe hattında, düşmanla göğüs göğüse savaşmadı babalarımız. Onlar hayatla
cebelleşti bir ömür. Geçimini sağlamak için helalinden bir ekmek parası
kazanmak uğruna dişini tırnağına takarak ve terin ve ter kokusunun envaı
çeşidine bulanarak tükettiler ömürlerini. Ya gurbete hüküm giydi ya askere
gitti veya hapse düştüler. Hepsinde de mektup yetişti babalarımızın imdadına.
Babamın babasına yazdığı mektuplardan bazılarını gördüm. Son ve artık
doldurulamayacak sanılan sayfanın altına ellerini kartal pençesi gibi açarak
beş parmağını çizmiş hemen hepsinde. Ve hapse düşenlerin mektuplarını da
gördüm. Zindandan Mehmed’e Mektup, Kemal Tahir’den Fatma İrfan’a, Nazım
Hikmet’ten Piraye’ye… Ve Orhan Kemal ne güzel yazdı gurbeti, gurbet kuşlarını,
gurbet acısını…
Kimi
işçi, kimi çiftçi, kimi öğretmen, kimi doktor, kimi savcı, kimi esnaf, kimi
mühendisti onların ve hepsi, hep birlikte, ağız birliği etmiş, babalarına söz
vermişçesine ibadet eder gibi huşuyla çalıştılar. Emeklerinin karşılığını
almadı, yine çalıştılar. Dövüldü, kovuldu, aşağılandı, işten atıldı yılmadılar,
kaldıkları yerden devam etmeyi bildiler. Başardılar, başarısız oldular ama
hiçbir zaman pes etmediler hayata olan bağlılıklarından, inançlarından. Onlar için
dünya bitimsiz bir gelecekler toplamıydı. Asla pes edilmemesi gereken ve umudun
her an, her saniye umulmadık yerden ışığını göstereceği, Kaf dağının ardının
sonsuzlukla buluştuğu bir cevherdi dünya. Dedelerimizin gözlerinde var mıydı
bilmiyorum ama hiçbirimizin gözlerinde onlarınki kadar ışıltılı bir bakışı
göremedim. Yaşamdan o kadar çok keyif alıyorlardı ki insanın kıyametin
kopacağına inanası gelmiyordu. Mış gibi yapmıyorlardı çünkü. Yanlışlarında da
doğrularında da sonuna kadar gidiyor, yenilgiyi de zaferi de iliklerine kadar
yaşıyorlardı.
Babalarımızın
dünyası tuhaf bir dünyaydı; savaşların içine yerleştirilmiş küçük
yalnızlıklarla dolu elemli, cızırtılı bir dünya… Bir beyaz buluttu maviliklerin
içine konmuş, bir dala bir kuş… Ve biz, onların kurduğu yuvalarda büyüdük
onların tüylerinin sıcaklığıyla. Uçmayı onlardan öğrendik, hangi dala
konacağımızı sormayı unuttuğumuz için ya yanlış dallara konduk veya konduğumuz
dallar kırıldı, “bir büyük boşlukta” dağılıp gittik... Şimdiyse her birimiz bir
başka yamaçta, başka ufuklara bakarak yönsüz, yordamsız, tarumar…