Ayrılık hayata dahil
Her insan bir yerden ayrılarak bu dünyaya kavuşuyor. Doğmak, kavuşmak demek… Bu dünyayı o yüzden bu kadar seviyoruz. Her kavuşmanın içinde biraz ayrılık var. Kavuşmak, ayrılığa mahkum olmak demek. Ayrılmaktan o yüzden korkuyoruz. Hayat vuslatı, ölüm ayrılığı getiriyor. Hayatı o yüzden seviyor, ölümden o yüzden kaçıyoruz. Gelgelelim ayrılık hayatın doğasında var. Ne vakit hayata baksan, onun o geniş alnında sayısız deltaya dönüşen çizgilerin arasından ayrılık ırmakları akar. Deniz kıyıları biraz da akarsuyun getirdiği kar köpükleri değil mi? Ayrılmak ile ölüm arasındaki ilişki tam da bu noktada kendini gösteriyor. Birini gördüğümüzde ötekini hatırladığımız arkadaşlık ilişkilerine benziyor ölüm ile ayrılık arasındaki ilişki de... Ne vakit ayrılık olsa ölüm, ne vakit ölüm olsa ayrılık bitiyor burnumuzun dibinde. Ayrılık ölüme, ölüm ayrılığa dahil çünkü.
Türkçede ayrılık ayırmak kökünden geliyor. Ayırmak, yani bütünden koparmak… Bütünden kopararak onun dışına atmak, ona uzak hale getirmek, ondan mahrum bırakmak bir bakıma da. Ayrılığa mahrumiyet suyu döken, ayrılığı kopuş kipiyle birleştiren yerde duruyoruz, dünyada... Her kopmada, her parçalanmada nesnelerden nasıl çatırtılı sesler yükseliyorsa, birbirini kaybeden hayvanlardan nasıl yürek dağlayıcı inlemeler çıkıyorsa, ayrılığa maruz kalmış bütün insanlarda da canhıraş haykırışların dumanı çıkıyor göğe. Ayrılık acı verir çünkü içinde ölüm tohumu vardır. Ölüm acı verir çünkü ayrılığa çimento döker, onu mutlaklaştırır.
Hayat ile vuslat arasında nasıl bir ilişki varsa ölüm ile ayrılık arasında da o benzeri bir ilişki vardır. Vuslat hayata dahildir ve ona götürür, ölüm ayrılığa dahildir ve ona götürür. Hayat vuslatın aracı ve geçiş kipi, ölüm ayrılığın aracı ve geçiş kipidir. Haddizatında hayat ile ölüm arasındaki ilişki bir gölgedir, bir yansıma; aslolan vuslat ile ayrılık arasındaki çatışmadır. Bu ikisi öncü kuvvet olarak gönderir hayat ile ölümü, perde arkasından suflörlük yaparlar onlara. Doğduğumuzda elde ettiğimiz hayat değildir, kavuştuğumuz, içine doğduğumuz dünyadır; öldüğümüzde kaybettiğimiz hayat değildir; geride bıraktığımız, bir daha kavuşma ihtimali bulunmayan çevreler ve insanlardır. Bağlamından kopuk bir ölüm insanı korkutmaz. Yanına ayrılığı almayan hiçbir ölüm irkiltici değildir. Ölümü korkutucu kılan, ayrılığı mutlaklaştırma gücüdür. Yoksa içinde ayrılık bulunmayan hiçbir ölüme insan bu kadar dehşetle bakmaz, bu kadar korkarak, ona yürümezdi. Ölüme yürürken ayakları niye geri geri gitsin ki insanın, içinde ayrılık yoksa? Oysa var ve insan bunu biliyor. Son bakışta gözün içindeki depremin yere gömdüğü, insanın kendisi kadar sevdikleridir de…
Ölüme yaklaşma biçimi, ayrılığa bakışla ilgilidir. Ölümden korkmak, ayrılıktan korkmak anlamına geldiği için; ölümden en çok kaybedeceği olanlar korkar. Ayrılmayı bir türlü nefsine yediremediği, ayrılmayı bir türlü kabullenemediği ne kadar çok şeyi varsa o kadar fazla korkar insan. Geride zaten hiçbir şeyinin kalmadığını düşünen için ölüm nedir ki? Bütün işleri düzgün gitmiş, hayatın kendilerine sonuna kadar kucak açtığı insanlar için ölüm cehennem azabına dönüşürken bu dünyanın kendilerini ellerinin tersiyle ittiği insanlar kendiliklerinden, koşar adımlarla yürür ölüme. Yoksullar daha kolay, zenginler daha zor; iyiler daha kolay, kötüler daha zor; sıfırını tüketmişler daha kolay, bütün rakamların sahipleri daha zor… Neden? Çünkü ölüm mutlak ayrılık vurgusu, kopuşun geçiş kipidir. İntihar, biraz da ayrılma korkusunun sıfırlanması değil midir? Hayata mutlak küslük duygusunun kışkırttığı eylemler değil midir insanları oraya sürükleyen? Ve elbette ölüme verdiğimiz anlamdır biraz da ayrılığın içeriğini doldurma biçimimiz. Ölüm, bir bitişse acılardan seve seve neden ayrılmasın müntehir? Ama bitiş değil de bir köprüyse öteki tarafa uzanan, bu yakadan öte yakaya uzatılmış bir merdivense ölüm, işte o zaman intihar paradigması kendiliğinden çöker. Burada olanın oraya taşınacak, burada yarım kalanın orada tamamlanacak olması bütün yok etme biçimlerine meydan okur. Kutsal kitaplarda intiharın yasaklanma gerekçelerinden biri de bu, ayrılık ile vuslata yapılan vurgudur. Nereden ayrılıp nereye gidiyor ki insan? Kimi bırakıp kime gidiyor ki? Gözyaşları içinde ebeveynleri tarafından şehre zorla getirilmiş çocuğun tam da köy anılarını unutmuş, şehre alışmışken yeniden köyüne götürülmesi değil midir biraz da ölüm? Gelirken ayrılık, hatırlarken ayrılık, giderken ayrılık… Öte dünyanın vuslat addedildiği bir ölüm, müntehire asık gözlerle bakarken geride bıraktıklarından ziyade ileride kavuşacaklarına bakan gözler için sadece bir tebessüm ışığıdır. Köydeki anılarını unutmayan çocuk için, şehri sevmemiş, şehre alışmamış çocuk için köye dönüş neden azaba dönüşsün ki?
Ölüm ayrılığı dayattığı için hayatın zorbası olarak görünür. Bizi sevdiklerimizden ayıran öteki bütün zorbalar gibi onu da sevmeyiz. Ama bazen büyükler küçükleri ayrılmak istemeseler de zorla bazı şeylerden vazgeçirirler. Küçükler büyükleri büyüdüklerinde anlar. Yapılanın zorbalıktan değil o ana özgü bağlamdan/zorunluluktan kaynaklandığını ancak o zaman anlar çünkü çocuklar.
Ayrılık insanı olgunlaştırır, ölmek büyütür. Bir yaşımıza daha gireriz ölümle, alışkın olmadığımız, yeni bir ayrılık biçimini tadarak. Ölülerin yüzündeki hüzünlü şaşkınlık biraz da budur. Çünkü ölümlüye farklı, ölüye farklı fısıldar ölüm. Ne mi söyler? Ölüm ayrılığa dahildir, ayrılık yeni bir hayata. Köyüne hoş geldin çocuk…