Ayık muhabbet
Bir tabure
at şu “neler görmüş ve daha neler görecek duvar dibine”. Kahve?
Sarhoş bir
çağdan geçiyoruz. Ya da daha ilerisi.
Herkes
madde bağımlısı. Yo hayır. Daha çok mana bağımlısı. Bağlısı olacakken din
bağımlısı, ideoloji bağımlısı. Herkes materyalist. Herkes kapitalist. Herkes
sahip olduğu kıymetlerin bilinçli bağlısı, tanımlayan ve ona hakim olup ta
tasarruf edeni değil, aptal birer bağımlısı olmuş vaziyette. Kendini onunla
tanımlıyor. Onun üzerinden konumlandırıyor. O dona bürünüyor.
Dikkatimi
çekmişti.
Haddinden
fazla içen ama hep dengeli, yeterli içtiğini savunan bağımlılar, normalde sığ
bir yaşam sürdürüyorken, tam da sarhoşluk anında bilincinin derinine iniyor ve
ne kadar ukde ne kadar samimiyet varsa, kalmışsa onu çıkarıp gösteriyor, tavan
arasında ihmal ettiği bir yadigarı gösterir gibi. Tozlandırdığının gönlünü
alıyor. Öyle birkaç saatlik pişmanlık ve itiraf töreni düzenliyor. Başının
hoşluğu geçer geçmez yeniden aynı hataya ve hayata dönecektir elbette.Şu birkaç
saat arınmanın ne zararı var.
Bunu
anlayabilmem zor olmuştu haliyle “içen” bir çevrede yaşamadığım için. Ben daha
çok yakın plan din içip takva narası atan sarhoşluklar görmüştüm. Ağzından “ben
üstün insanım, cennetliğim” salyası akan ve Kadir İnanır’ın başrol oynadığı
filmde kapıya olan düşkünlüğü gibi ve tam da o yüz ifadesiyle cennetin kapısını
elinde taşıyan, yalnızca kendi seçtiklerini cennetlik, Müslüman ilan edip diğer
herkesi, her kesimi “ila cehenneme zümera”layan sarhoşları görmüştüm.
Bir de
madde bağımlılarını… Ama ne madde!
Para, mal,
mülk… Konfor ötesi bir konfor. Kalite ile yapışık sanılan ve daha çok harcamanın kamuflajı olan marka
tapınıcılığı. Öyle ki yaşam kalitesi diyerek yutturduğu kaliteyi elli, yüz
aileye bölebilirsiniz. Ve eğer hakikatte de bölebilseydiniz en az bir o kadar
aile, adam, kadın, çoluk, çocuk, kedi, köpek, kuş, baykuş, tilki güllük
gülistanlık yaşayıp giderdi.
Ama
bölemedik. Bölemiyoruz. Bölüşemiyoruz.
Hep
topluyoruz. Dünyayı tekelimize alıyoruz. Herkesin olanı…
Ne maddeler, ne sarhoşluklar, ne naralar,
kusmalar ve çok aciz bir halde, hayatının, bakış açısının, ideolojisinin önünü
arkasını iyice dağıtmış olarak sızıp kalmalar… Kariyer, konum, eski dille makam
mevki içip kibir kusanlar, dini, manevi üstünlükler ve ayrıcalıklar içip aşırı
saygı, ihtiram, yücelik ve neredeyse kendine hamd beklentisi ile dengesizleşmiş
ve hayatlara tahakküme yeltenmiş, buna izin verilmiş şımarıklar… Din içenler,
kin içenler… Herkes kendini ve kendi kesimini yüceltmekle yalpalamasından diğer
her şeyi aşağılama ve küfürle geçirilen gündelik hayatlar… Eyyamcılar.
Salt fizik güzellik ve yakışıklılık, sonsuz gençlik,
hep beğenilme, çok kazanma ve daha çok harcama
gibi küresel takıntıların sarhoşları.Şirk ve faşizm
kokteyli…
Kadın
sarhoşu. Erkek sarhoşu. Haz sarhoşu…
Bu
içmişlikle bütün ilişki biçimlerinde birbirlerine"meta/mal" gözüyle
bakanlar ve üstüne üstlük bir de birbirlerinden
samimiyet, aşk ve derinlik bekleyenler. Görmediğinde de gücenme hakkı olduğunu
sananlar. Meta'nın gönlü olmadığını dahi hatırlayamayacak derecede bilincinden
geçmiş kör kütük insanlar.
Bir de şu var. Adam sarhoş, sürekli iltifat ederken
karısınakadının: "Sen sarhoşkenben hep güzelim…" dediği gibi, Sıçan
Avcısı adlı filmde…
Herkes, her sarhoş şu repliği tekrarlıyor: “Yaşamak
güzell, yaşamak çok güzell!”
Sen böyle sarhoş, böyle dengesizken “Biz de hep
“güzeliz. Dünya güzel! Yaşamak güzel!