Aydil Erol: "Dostların Hasını Gördüm"
Şair ve yazar Aydil Erol ömrünü Türk kültürüne, edebiyatına, diline ve musikisine adadı. Değerlerimize sahip çıkan üstat yazar, yazmaya devam ediyor.
İrfanımızın çınarlarından olan Aydil
Erol’un ömrü, basın yayın organlarında yanlışları düzeltmekle geçti. Çok
tirajlı gazetelerde, anlı şanlı yayınevlerinde mesai yaparak yapılan hataları
sessiz ve mütevazı bir şekilde tashih etti. Maişetini musahhih olarak temin
ederken Türkçeye çok güzel şiirler, denemeler, hoyratlar ve portre yazıları
armağan etti. Araştırma ve biyografi kitapları hazırladı. Aydil Erol büyüğümüz,
muhtelif konular hakkındaki sorularımıza cevap verdi:
VAHİM DİL HATALARI
Zannediyorum
yayınevlerinde en çok bulunmuş, gazete ve dergilerde çok çalışmış
gazetecilerimizdensiniz. Bilhassa tashih konusunda büyük hizmetleriniz oldu.
Pek çok kitabı tashih ettiniz. Birçok gazetenin ve yayınevinin tashih
servisinde musahhih olarak çalıştınız. Sizinle bu konuyu konuşmuştuk. Çok
faydalı bir görüşme olmuştu. Bundan yaklaşık 20-30 yıl önce iyi kötü yine de
gazetelerde tashih, sonradan bozulan adıyla düzeltme servisi vardı. Gazeteler
daha az hatalı çıkıyordu. Şimdi görebildiğim kadarıyla sadece bir gazete
musahhih çalıştırıyor. Künyelere bakıyorum. Az tirajlı bir gazetede sadece
musahhih var. Basınımızın artık bu servise ihtiyacı kalmadı mı? ‘Dil yâre’miz
ne âlemde? Şifa buldu mu?
Sevgili
Yardım, bilindiği gibi Şevki Beğ’in bu Hicaz şarkısındaki “dil yâresi”yle
“gönül yarası” kastediliyor: “Dil yâresini andıracak yâre bulunmaz/Dünyada
gönül yâresine çâre bulunmaz.”
Ne
kadar acıdır ki bu gün her iki dilimiz de yâreli... Görüntülü basında da,
yazılı basında da Türkçe hatalarından geçilmiyor. Sinirlenmeden, öfkelenmeden,
tansiyonunuz yükselmeden bir haber okumak veya dinlemek mümkün olmuyor. Sanki
bir cahiller ordusunun istilâsıyla karşı karşıyayız... İngilizce, Fransızca,
yok bilmem nece bilen aranır da nedense Türkçe bilen aranılmaz. Türkçe bilen aranıldığını gördünüz mü,
duydunuz mu?.. Yanlışları toplayacak
olsak ciltlere sığmayan bir kitap olur... Müsaadenizle birkaç örnek vermek
isterim:
Kaleminden
kan damlayan bir fıkracı: “inkıta ile sekte aynı köktendir”... “Kıbrıslı Türk
soydaşlarımız”, “Kâbe’nin çevresini tavaf etti.”, “şâyân-ı enteresan”,“kaza geçiren geminin 65
mürettebatı”, “çukur yüksekti”, “toplu katliâm”, “denizden koma hâlinde
çıkarılan adam yarı baygın yatıyordu” vb...
Bilgi
yanlışları da ayrı bir felâket ve rezalet... “Büyük bir tesadüf eseri bu yıl
Kurban Bayramı Hac mevsimine rastladı.” Bunu duyan Selçuk Uysal, gözlerinde
alaylı bir gülümseme olduğu hâlde şöyle dedi: “Güvenilir kaynaklardan aldığım
habere göre, bu yıl Oruç, Ramazan’a rastlıyormuş.” .“Hz. Hatice, Peygamberin amca
kızıdır” diye yazan, sonra da inkâr eden din görevlisi, “Dr. Rıza Nur’un Sinop’ta [Taksim Süğlün
Palas] öldüğünü keşfeden” (tamburcu tarih müverrihi); Osmanlı Meclis-i Mebusân
Reisi Ahmed Rıza Beğ’in “Çengelköy
Talimhânedeki köşkünü” Taksim’deki Talimhâne’ye
taşıyan, Beyoğlu ile Pera’yı ayrı yerler sanan bilgiç yazar, “Nevzat Atlığ korosundaki
flütler” [neyler]. “Dede Efendi’nin [Itrî’nin] Segâh Tekbiri”, “Osmanlı Ordusu’nun
belkemiği yeniçeri” (!!!)... “Yavuz” ile “Selim”i iki ayrı kişi sanan, “Osmanlı
tarihinin başlangıcında” (!) İkinci Murad’ın, kendisinden yüzyıl sonra yazılan bir
şaheser olan Bâbürnâme’yi okuduğunu sanan anlı-şanlı yazardan mı bahis açsam?.. Sultan
Üçüncü Mahmud’u keşfettikten sonra bakan olanı mı söylesem, “Polisin yaptığı ameliyat” [operasyon]’ı mı
anlatsam? “Türkiye’de 60 milyon Fenerli olduğunu” yazan spor yazarı, “Eski
yazıyı bilmeyen” koca koca mücahitler. İftardan sonra belden aşağı fıkralar
anlattığı söylenen, “İlhan adı ‘İvan’dan gelir” deyip ilimsel-bilimsel-filimsel
keşfiyatta bulunan bay müteşayih efendi hazretleri bu millete iftira etmekten
utanmıyor: “Türklerde cinsî sapıklık olduğunu Gökalp Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak adlı kitabında yazmıştır.” Adı
geçen kitabın hiçbir baskısında öyle bir deli zırvası yoktur... [Böyle
harikalarla dolu mektubunun fotokopisi elimdedir.] “Diyalektik nedir?” diye
soran aslan sosyalistler; “Darbukanın nefis bir es işaretiyle başlayan o cânım
fasıl heyetleri” . “Türk Musikisinin Rast’ı (makam) ile Batı Müziğinin Valsi
(usûl) aynı şeydir” deyû keşifte bulunan köşe yazarları...”Bu millet mütefekkir
yetiştiremez” keşfinde bulunan mütecenninler, “Tanzımat’tan beri memlekette
şehit yok!” diye zırvalayanlar, “Âkif İslâm’ı anlamamış, satıhta kalmıştır”
diyen yâve-gûlar. Düşecek cemrenin resmini çekmek için Sarayburnu’nda saatlerce
bekleyen haberci adayı. Her türlü rezaleti işleyip millete ahlâk-fazilet dersi
vermeye yeltenenler... Nedim’in mezarı ile Nâbî’ninkini karıştıran edebiyat
tarihçileri, “Nefes lâdini edebiyattır” diyenler; Hece vezniyle Aruz veznini
ayıramayan, “Cinassız horyatlar da vardır” buyuran Türk edebiyatı profesörleri,
Adile Ayda gibi bir insanın Edebiyat Fakültesi’ne alınmaması için kıyametler
koparanlar… “Türkler hiçbir zaman millet olamamış, amorf bir topluluktur” diye
zırvalayan mümtaz prof.lar, vb… “Sa’ysiz bu mertebe cehl olmaz / Cehlin ol
mertebesi sehl olmaz” diyen şair haksız mıdır?
Yayınevleri de
gazeteleri takip ediyor sanki. Onlar da maşallah artık pek musahhih istihdam
etmiyor. Yazarlardan ‘tashih edilmiş metin’ bekliyorlar. Yayıncılarımız
bilmiyorlar ki, yazar musahhih değildir. İstediği kadar titiz bir yazar olsun
yine de gözünden kaçan hatalar olabilir. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Katılmamak
elde mi?.. Tercüman’ın patronu Kemal
Ilıcak “Musahhih yazısını düzelttiğine göre yazardan üstündür.” derdi de,
aylığa gelince... Hemen şunu söyleyeyim: Tashih bölümünden geçmeyen bir
gazeteci veya yazar eksiktir; orada kalan da kısmetsiz.
TANIŞTIĞIM ŞAHSİYETLER
Sizin yetişme
döneminde çok iyi bir çevre ile irtibat kurduğunuzu ve meşhur birçok kıymetli
şair, yazar, gazeteci, yayıncı, kültür adamı ve mütefekkir ile dostluklarınız
bulunduğunu biliyoruz. Onlardan ismen anmak istedikleriniz kimlerdir, bilhassa
hatıralarından bahsetmek istediğiniz bir şahsiyet var mı?
Olmaması mümkün mü!.. Büyük bilgin
Hafız Yusuf (Hafız Yusuf Cemil Ararat), Nihâl Atsız, Arif Nihat Asya, Prof. Dr.
Nihat Çetin, Prof. Dr. Muammer K. Özergin, Prof. Dr. Mehmet Eröz, Prof. Dr.
Nevzat Atlığ, Devlet Sanatçısı Necdet Yaşar, İTO Başkanı Niyazi Adıgüzel, Can
Kulaksızoğlu, İlhan Egemen Darendelioğlu, Komando Mustafa (Mustafa Ok), Yücel
Hacaloğlu, Cahit Atasoy, Yılmaz Öztuna,
Prof. Dr. Durali Yılmaz, Prof. Dr. Mertol Tulum, Prof. Dr. Bilge
Ercilasun, Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, Kâfiye-Prof. Dr. Suphi Saatçi,
Nazım Terzioğlu; Saygın, Erşad Hürmüzlü; Prof. Dr. Dursun Yıldırım, Okşan-Selçuk
Uysal, Tülay-Hilmi Satıcı, Bahri Yüzlüer,
Prof. Dr. Enis Öksüz, Prof. Dr. Kâmil Turan, Prof. Dr. Turan Yazgan,
Necdet Sevinç, Saadet Pınar Yıldırım, Yağmur-Buğra Atsız kardeşler, Prof. Dr.
Orhan Türkdoğan, Prof. Dr. Orhan Gedikli,
Yağmur Tunalı, Şâban Gülbahar; Dr. Nezih, Erdoğan, Gündoğdu Saruhan; Prof. Dr.
Mevhibe Coşar, Zeki Gezer, Cihat Özönder, şoför Kâmil ağabeğ, Dr. İzzettin
Şadan, ressam Nezih İzmiroğulları, Ali Gümüş, Zafer Atay, Günvar Otmanbölük,
Refik Özdek, Rauf Tamer, Şerif Şölen, Üstün İnanç, örnek işerlerimizden Turan
Çakıroğlu, Sezai Ünlü, Turgut Keskingören, Gürhan Atan, Fahri Ersavaş, Dr.
Abdulkadir Sezgin, şairliğini inkâr eden Abdülkadir Karataş, Mehmet Sayan,
Mehmet Serez, Erbil Ünal Hoca. Dr. Süleyman Şenel, Eray Cömert, İclâl Akkaplan.
Hayri Engin, Fatih Müftüsü iken yitirdiğimiz Salih Güneş, Erol Ülgen, Av. Şahin
Zenginal, Av. Tuğrul Önder, Osman Akkuşak, Fethi Erhan. Fethi Alikoç. Celal
İçten, Şakir Öztel, Şaban Kurt, Fatma Ersem Yargıcı, Nurcan Altunterim, Emine
Karabulut, Fehmiye Demirci, Oğuzhan Cengiz, ilim ve irfan ocağı Kubbealtı
Fotokopi Hanifi-Ahmet Kayan vb.
Adana’da malî müşavir Hasan Hüseyin
Çulhaoğlu vardı. Gören “Altaylar’dan gelmiş” diye yemin edebilirdi...Türkiye’de
bilmem kaç çeşit etnik tip keşfedenlerin kulakları çınlasın (daha iyisi sağır
olsun, sığırlar!..) Bir yerde karşılaştık. “Ben seninle konuşmam” deyince
sordu: Neden?..”Neden olacak Atsız Hoca’yı bile yanıltan değil misin?..”
Güldü... Gerçek bu ama gel de onun bunun çocuklarına anlat!..
Unutmadan söyleyeyim: Nihâl Atsız ile
Arif Nihat Asya hocalarımın üzerimdeki hakları ödenir gibi, inanılır gibi
değildir. Lâf aramızda Atsız Hoca’nın “iyi şair oldu”, Nevzat Atlığ’ın “küçük
dev adam”, Arif Nihat Asya’nın “Sanatını saygıyla ve umutla selâmladığım Aydil
Erol’a” diye kitap imzaladığını, Hafız Yusuf Hoca’nın ölümünden sonra Süleyman
Süleymangil, Hocanın benim için “Müeddep çocuk” dediğini anlatınca şöyle
söyledim: “Ders bitti,” Yağmurluğumu giyeceğim sırada elimden alıp şöyle dedi: “Ben
tutacağım, sen rahat giyeceksin. Ne varmış bunda, büyüklük, küçüklük!” Mantıken
haklı ama, aramızdaki yaş farkı babamın o günkü yaşı kadar, bu kadar alçakgönüllüğe
de pes: Babam 57, ben 25 yaşımdaydım,
Yusuf Hoca da 82. Böyle bir davranış karşısında kim olsa hizaya gelir.
Bir gün sordu: “Sigara içiyor musun?”. “İçmiyorum”
desem o gün için yalan olacaktı. “Yakmayayım, saygısızlık addediyorlar.” dedim,
aldığım cevap “İslâm’da azamet memnu” oldu. O, benim bir sigaramı içtiyse, ben
Hoca’nın bir paket sigarasını içmişimdir. El öptürmeyişinin sebebini sorunca şunu
dedi: “Hadis var: Müslümanın Müslümanla musafahası el öpmek gibidir.”
Yusuf Dursun, Türk Edebiyatı dergisinde az, öz, gayet güzel
kitap tanıtımları yapıyor, zaman zaman da kitaplardaki tashih hatalarından
yakınıyordu. Horyatlar kitabımı şöyle
imzaladım:
Kitaplar tashih dolu
Yakınır Yusuf
Dursun.
Bunda da tashih
varsa
Bırak, tanıtma,
dursun!..
Yusuf Hoca da bir
horyatla cevap verdi:
“Ay dilim, ay
dilim,
Güneş gözüm, ay
dilim.
Günüller
göyündürür
Horyatıyla
Aydil’im...”
ÇAPRAZ KISKANÇLIK BİLMEZDİ
Genç yaşta
kaybettiğimiz rahmetli Kemal Çapraz ile büyük bir dostluğunuz, muhabbetiniz
olduğunu biliyorum. Çıkardığı Ufuk Ötesi gazetesinde ona destek oldunuz. Kemal
Çapraz ve Hayri Ataş, Şerafettin Aybars sizin için Aydil Erol Armağanı’nı
hazırladılar. Bir nebze de bu dostlardan ve umumiyetle dostluklardan bahseder
misiniz?
Çapraz
kıskançlık nedir bilmezdi. Bir arkadaşının aylığı beş kuruş artmış olsa, kendi
aylığı beş milyon artmış gibi sevinirdi. Yukarıdaki üçlü, dostların hasıdır... Ufuk Ötesi’ne gittiğim günlerden birinde
“Ooooh bee!” deyince sordu: “Yine ne oldu? Sevinmenin sebebi ne?” Nasıl
sevinmeyeyim, seni sevmeyen birini gördüm... O yaratığın adını söyleyince
gülerek şöyle dedi: “Birkaç yıl önce işten çıkarıldı. Engel oldum. Senin iyilik
yaptığın aleyhinde konuşuyor.” dediler.
Adamın
birine falancı seni çekiştiriyor, demişler, “Mümkün değil, o benim arkamdan
asla konuşmaz.” Dinleyenler şaşkın şaşkın itiraz etmiş: “Olacak şey değil.”
Adamcağız gülerek devam etmiş: “Aleyhimde niçin konuşsun!.. Ben ona iyilik
etmedim ki...”
“HERKES ELİNDEN GELENİ YAPSIN”
Adlarımız isimli
eseriniz çok değerli bir çalışma. “Adlarımız ünümüzdür; geleceğe
sözümüzdür.”[Ali Budak] diyerek yola çıkmış ve bu kıymetli eseri vücuda
getirmişsiniz. Kanaatimce bu sahada yapılmış en kapsamlı eserlerden biridir.
Adlarımız-İsimlerimiz konusunda yeni bir çalışmanız var mı?
Bende
olmayan ad görürsem not ediyorum, Yolbaşçılarımızdan rahmetli İsmail Gaspıralı
şöyle der: “Herkes elinden geleni yapsın!”
Hoyrat veya horyat
Türk şiirinin çok güzel birimlerinden. Siz de pek çok hoyrat yazdınız. Önce
şunu sorayım hoyrat mı, horyat mı? Çünkü ikisi de kullanılıyor?
İkisi
de doğru ama ben Hoyratın ikinci anlamından dolayı Horyat demeye bakıyorum,
Hoyratların çok
sevilmesinin sebebi sadece kısa oluşları mıdır? Rubai veya beyit gibi… Yoksa
başka tesirler de var mı?
Klasik
edebiyatımızın Rübaisi, halk edebiyatımızın Horyatı. Horyat,
“mum kimin yanan Kerkük”ten başka Şanlıurfa’da, Elazığ’da, Can
Âzerbaycan’da da var. Biz Kerkük Türklerinden öğrendik. Yahya Kemal gibi güç
beğenir şair bile horyatın görkemi karşısında feveran eder: “Bu insan sözü
olamaz!..”
Elazığlı
heyetin Beyatlı’ya okuduğu horyatlardan biri:
Dünyasına
Güvenme dünyasına
Dünya
benim diyenin
Dün gittik dün
yasına
Bugüne kadar
kaleme aldığınız hoyratların ve şiirlerin sayısını hatırlıyor musunuz? Tamamı
kitaplaştı mı, yoksa kitaplaşmayı bekleyenler de var mı?
Horyatların
bir bölüğü kitaplaştı.
ATSIZ, ROMAN YAZMAMI İSTEDİ
Denemeleriniz,
araştırmalarınız ve hikâyeleriniz… Biraz da nesir dünyanızı konuşsak mı? Şiir
ve nesir birlikte gidebiliyor mu, yoksa biri ağır mı basıyor?
Hiç
hikâye yazmadım. Lâf aramızda “Atsız Hocam, roman yazmamı” istedi... Ne yazık
ki beceremedim.
Sizin
biyografi kitaplarınız da çok kıymetlidir. Mehmed Âkif’i, Ahmet Haşim’i, Âşık
Veysel’i yazmıştınız. Sonra Ömer Seyfettin’in hikâyelerini derlediniz. Yeni
çalışma olarak tezgâhınızda ne var?
Cevabı
yukarıda “yayına hazır olanlar”da verildi. Ömer Seyfettin, o kısacık ömrüne
onca eseri nasıl sığdırdı: ne zaman okudu, ne zaman yazdı?.. Akıl alacak şey
değil...
Bam
Teli’nde tanıdığınız, sevdiğiniz ve kendileriyle dostluk kurduğunuz şairler,
yazarlar, musikişinaslar, ilim adamları ve münevverler var. Bu eseriniz de çok
sevildi. Devamı var mı acaba?
Kalanları
Yazılarım adıyla toplamak niyetindeyim.
Allah bağışlasın
Doğuhan ve Batuhan adlı iki oğlunuz olduğunu biliyoruz. Onları bize tanıtır
mısınız? Kaç yaşlarındalar, evlendiler mi, ne iş yaparlar? Babalarının yolundan
gidiyorlar mı? Sanatla/edebiyatla araları nasıldır?
Doğuhan
11.3.1985 doğumlu, grafiker. Bilgisayar cambazı diyebilirim. Batuhan 10 Kasım 1986’da dünyaya geldi; bir
şirkette dış ticaret sorumlusu. Birkaç yabancı dili kendi gayretleriyle
öğrendi. Çok şükür ikisi de Türk olduklarının şuurunda... İkisi de ne yazık ki
hâlâ mücerret..
Koronavirüs
salgınından sonra İzmir’e oğullarınızın yanına yerleştiğinizi biliyoruz. Acaba
İstanbul’a ne zaman gelmeyi düşünüyorsunuz? İstanbul’daki dostlarınız sizi
özledi. Bu hasret ne zaman bitecek?
Bilindiği
gibi “Pederle mâder olup bahâne/Sevketti kaza beni cihâne” denilen yeryüzü
sürprizlerle doludur. Efeler Diyârı’na evcek göçeceğimizi düşte görsem
inanmazdım. Özlemin ne zaman biteceğini ise Görklü Tanrı’m bilir.
İstanbul
Çengelköy doğumlusunuz. Hayatınız Dersaâdet’te geçti. Şimdi İzmir’desiniz. İki
şehrin mukayesesini yapmak ister misiniz? İstanbul’un gönlünüzdeki yeri farklı
mı? Yahya Kemal gibi “İzmir’in [Ankara] en güzel tarafı İstanbul’a giden
yoludur.” diyor musunuz?
Hani
küçük çocuklara sorarlar: “Anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?” Yamuk yumuk
yapılaşmadan, ruhsuz, kimliksiz betonlaşmadan aziz İstanbul da payını aldı... İstanbul
Efendisi denilen nezaket anıtlarını göremedim. Her bir karışı şehitlerimizin mübarek
kanlarıyla sulanmış bu aziz topraklar arasında ayırım yapılabilir mi?.. İman ve
ideal adamı rahmetli Mehmed Âkif’in “cennet vatan” deyişi ne kadar güzel, ne kadar da haklıdır.
Mizaha,
nükteye, fıkraya, hicve meylinizi biliyorum. Fakirin de nükte kitapları çıktı.
Bu sahada bir eksiklik olduğu ileri sürülebilir mi? Günümüzde nükte fakiri
olduğumuz söylenebilir mi? Konuşmalarımızda, sohbetlerimizde, hatta
hitabelerimizde artık pek fazla nükte yapılmıyor. Bu hâl, kültür eksikliğinden
mi kaynaklanıyor? Nüktedanlık bitti mi artık?
Nasrettin
Hoca’yı, İncili Çavuş’u, Türk Galib’i, Sabir’i, nice nice şairleri, yazarları
vb.yi yetiştiren bu memlekette nüktedanlığın biteceğini sanmıyorum.