Dolar (USD)
32.50
Euro (EUR)
34.75
Gram Altın
2490.53
BIST 100
9524.59
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

29 May 2020

Ayasofya son düğüm

Kurbağanın hikâyesini bilirsiniz...

Yavaş yavaş ısıtılan suda mayışan ve bir süre sonra takatsizlikten artık içinde bulunduğu kaptan çıkamayan, mahzun kurbağa...

Tarihte devrimlerin çoğunun arkasında irili ufaklı, yavaş yavaş su ısıtma eylemleri olmuştur. Günümüze baktığımızda da benzer örnekleri görmek mümkün.

Türkiye’de 1960 ve 1980 darbeleri ile 28 Şubat sürecine baktığımız zaman, toplumun bu süreçlere zihnen nasıl hazırlandığını görürsünüz. Halkın planlanan eylemi kabullenme kıvamı test edilmiş, tepki vereceklerin de yeterince azalması ile gerekli şartların oluştuğu düşünülerek düğmeye basılmıştır.

Yapılacak icraatın büyüklüğüne göre değişir bu hazırlıklar. Mesela 28 Şubat için; bir anma gecesi, bir güdümlü şeyh, bir mağdur bayan yeter. Amma konu, büyük İsrail devletine hazırlıksa, yüzlerce yıllık planlar ve icraatlar söz konusu olur perde arkasında.

Devrimler de böyle süreçlerin zirveleridir. Halkın hazır olmadığı hiçbir devrim uzun soluklu olmaz. Her devrimin arkasında böyle bir süreç vardır.

Avrupa’nın ortaçağ kilise Hristiyanlığından uzaklaştıkça gelişmesine bağlı olarak, topraklarımızda oluşan batı hayranlığı yanında, İslamiyet’in toplumun büyük bir kesiminde yanlış ve eksik tatbik edilmesi ile birlikte, geri kalmışlığın faturası dine çıkarılmıştır. Buna bağlı olarak da dinin toplumsal hayatin dışına itilmesi ile gelişeceğimize inanılmıştır.

Türkiye’nin kuruluşunda gerçekleşen devrimleri, bu inanmışlık üzerinden değerlendirmek gerekir aslında. Köşemde bana ayrılan alanda buna uzun uzun değinmek mümkün olmadığı için sadece belli başlı inkılaplara tarihsel sırası ile göz atalım.

Osmanlı’nın son dönem kargaşası, padişahlık ve hilafet makamının yıpranması/yıpratılması, dualarla birinci meclisin açılması (1920), saltanatın kaldırılması (1922), İstiklal harbi neticelendiğinde birinci meclisin bertaraf edilerek ikinci meclisin açılması (1923), halifeliğin kaldırılması (1924), tevhid-i tedrisat (1924), şapka ve kıyafet kanunu (1925), medeni kanunun kabulü (1926), harf inkılabı ve devletin dini İslam’dır ibaresinin kaldırılması (1928), dil devrimi (1932), Ayasofya Camii’nin tadilat için geçici olarak ibadete kapatılması ve ardından müze olarak açılması (1935), devletin dini İslam’dır ibaresinin kaldırılmasından 9 yıl sonra anayasaya eklenen laiklik maddesi (1937)…

Sistematik bir devrim dominosu…

1920’de İstiklal Harbini koordine eden birinci mecliste laiklik ilan edilebilir miydi sizce? Ya da devletin dini İslam’dır ibaresi olmayan bir anayasa kabul görür müydü?

Mevzubahis bu devrimlerin iyi veya kötü olduğu değil aslında. Her değişimin bir emeğinin, bir bedelinin ve bir zamanının olduğu gerçeğidir asıl anlatmak istediğim. Tıpkı bir devrim değil, sadece devrimlerin bir neticesi olan ve halk tarafından hiçbir zaman kabullenilmeyen Türkçe ezanın, Arapça aslına çevrilmesinin bir darbe sürecinin kilometre taşı olması gibi.

Ve bu devrimler arasında, restorasyon bahanesiyle kapatılmış sonrada müzeye çevrilmiş, çağ kapayıp açan fethin sembolü, kabuk tutmayan yara, zincirlere vurulmuş sevgili Ayasofya…

Aylardan Mayıs, günlerden fetih, terkedilmiş ıssız bir liman, zincirlenmiş bir aslan, Fatih’in sahipsiz mirası, mahzun ve boynu bükük, minarelerini hasretle bekleyen kollar gibi açmış, yeni fatihini bekleyen Ayasofya...

Ve camii olarak açılmasını hasretle isteyen, dört gözle bekleyen bizler...

Selahattin Eyyubi’ye bir Cuma hutbesinde Kudüs esaretinin hesabını soran, ama bir sonraki sabah namazında ortalıkta gözükmeyen gencin isteyişi gibi olmasın isteyişimiz.

Hristiyanlığın İslamiyet’e devir tesliminin sembolü olan Ayasofya’yı camiye dönüştüren irade gibi; kararlı, güçlü ve inanmış olmalıyız...

Vaktin gelecek elbet, çiçekler baharda açar, yakındır inşallah kokunu içimize çekmemiz, ama önce kendi kokumuzu sana layık kılarak…

Yazılacak çok satır, söylenecek çok söz var. Ama şimdilik boğazlar düğüm düğüm, bir dörtlükle bitirelim... Ayasofya son düğüm…

Dün burçlarda şahi gürledi, bugün göklerde siha’n,

Gücün varsa eğer vurursun masaya, diz çöker cihan,

Elde kalem, gönülde arzu, dilde dua, kalpte iman,

Vakti geldiğinde kırılacak zincirler, bekliyor bir ıssız liman…