AYAĞINIZI TOPRAĞA BASIN
"Tabiat" kavramı, hem farklı anlam çerçevelerini içinde barındıran hem de çok farklı sosyal tezahürleriyle özellikle post/modern zamanlarda bir problem olarak üzerinde daha fazla konuşulan bir mahiyette önümüze gelmektedir. Bilhassa insanın kendisi ile arasına mesafe girmesi bağlamında düşünüldüğünde, insanlığın erken zamanlarına kadar götürülecek bir mazisi de bulunur.
Tabiat kavramının geniş kitlelerde ilk çağrıştırdığı şey, insanı kuşatan doğal çevredir. İnsan, bu anlamda sürekli çevresiyle ilişki içerisinde olmuş; onunla kendisi arasında özdeşlikler ve yakınlıklar kurmaya çalışmış; kimi zaman da tabiatın insan hayatına getirdiği zorluk ve engeller karşısında onu bir mücadelenin konusu kılmıştır. Ama her halükarda, tabiat, hem kendisinden kopulmaması gereken bir dış çevre, hem de insana "kendi"liğini hatırlatan bir cevher olarak kendisini bize hep hatırlatmıştır.
İnsanın, tabiat ile olan sorunlu durumu da, maalesef modern zamanların zihniyetiyle yakın bağlantılar taşımaktadır. İnsanın Tanrı ile ilişkisi sağlığını kaybedince, tabiat da insan-Tanrı ve tabiat arasındaki bağlantıda "anlamı"nı yitirmiş ve insanın barbarca iştihalarının nesnesi olmaya başlamıştır. Bugün kurulan şehirlerin maalesef beton yığınından ibaret oluşu; yeşilin, toprağın, hayvanların sanal alemde seyredilen bir meta haline gelişi, insanın tabiatla arasına oldukça büyük mesafe girdiğini gösterdiği gibi insanın kendisine de yabancılaştığını gösteren bir donedir.
Bilgisayarının başına geçmiş küçük çocuklar, tavuk yemleme, bitkileri sulama gibi oyunlarla ilgisi oranında tabiat fikrine sahipler. Şehirlerde "yürüyen tavuk yumurtası" ararsınız ama bulmanız da öyle kolay değildir. Artık köylerde bile yoğurt, tereyağı gibi ürünleri gerçek olarak bulmak zorlaşmaktadır. Daha ötesini söyleyelim, uzun zaman geçer ki, yalın ayağınızı toprağa basmazsınız. Çünkü günlük gidiş geliş rotanız betondur, beton olmayan yerlerde de bunu düşünecek kadar tabiat(ınız)la başbaşa kalamazsınız.
İnsanın tabiatla arasına giren bu mesafe, onu kendisine de yabancılaştırır. Çünkü insanın çevresini kuşatan tabiat, aslında kendi içinde de taşınır. Zaten esas problem de insanın kendine yabancılaşmasıdır. Kur'an-ı Kerim'in üzerinde önemle durduğu başat konulardan birisinin yabancılaşma olduğunu söylemeliyiz. Mesela, putperestlikte Allah ile insan arasına giren aracılar, giderek hakikatla olan mesafeyi de artırdıkları için kendisine yabancılaşır. Bütün peygamber kıssalarının da özü ve Kur'an'ın çağrısı bu yabancılaşmayı aşmak üzerinedir.
Karl Marx, erken zamanda kapitalizm, üretim biçimi, malın gerçek ve kullanım değeri üzerine analizler yaparken, dikkatleri en fazla yabancılaşma üzerine çekmişti. Şimdi geldiğimiz noktada, kapitalizmin vardığı yeni aşama bir tüketim kültürünü üretmiş durumda. Bu ise insanın kendisi ile arasına yeni sembol, aracı ve metaların yoğun olarak girdiğini gösteriyor. Artık teknoloji ve eşya merkezli bir hayat, insanları belirliyor ki, bu insanların temel amaçlarını unutma aşamasına kadar varmıştır. Yani insan ile kendisi arasına mesafe girmiştir. Üstelik bu mesafe de durmadan artmaktadır.
Teknolojinin ve betonlaşmanın bu yoğunluğu altında, tabiatı hissetmek öenm taşıyor. Belki ilk aşama olarak ayakları toprağa basmak, insana hatırlattıkları açısından yeni bir silkinişe sebep olabilir. Tabii o kadar yoğunluğun arasında kendisini bulabilirseu2026