Atık hayatlar, narin ölümler
Bulantının iki sebebi vardır: Ya vücut bütünlüğüne zarar veren ve onu ortadan kaldırmaya yönelik tehdide maruz kalmak veya ihtiyacından fazlasını, düzeni yok edecek biçimde içine almış olmak… Her iki durumda da bulantı azlıktan ziyade fazlalığa, düzenden ziyade kaosa vurgu yapar. Böylece bulantılı bünye öncelikle dikkati dışarıdan içeriye, ardından da içerinin dağılmasını engellemeye yönelir. Bu vakitten sonra artık bulantı varolan bütün düzeneği altüst ederek iç huzuru şırıngayla çeker, onun yerine sonu gelmez bir huzursuzluk ikame eder. Bulantı çağı bu sebepten, yokluktan değil, varlıktan, gereksiz çokluktan nemalanır.
İşte tam da bu yüzden, bulantı
çöreklendiği bünyede bulantı olarak kalmaz; dışarıya atılmayı talep eder.
Huzursuzluğu def etmenin başka yolu yoktur. Doğal sonuç elbette istifradır.
Dünya, son birkaç yüzyıldır ölçüsüzce içine aldıklarını kusuyor. Mideler büyüdü
ve kusmak istiyor. Beyinler fikir çöplüğüne döndü ve durulmak istiyor. Kalpler
alabildiğine kasılıp gevşedi ve dinlenmek istiyor. Bahçeler yerini çöplüklere
bıraktığı için şehir merkezlerinde yapay parklar inşa edilmeye başlandı.
Yeşertinin doğal ve hoş kokusu yerini çoktan çürümenin dayanılmaz tefessühüne
bıraktı bile. Toprak betonla, doğal yapayla, beden metalle, zihin yapay akılla,
idrak beşeri algoritmayla yer değiştirdi. Toprak küsüyor, beton insaf
göstermiyor. Aynaların sırı döküldü, camlarda şeffaflık, camlarda merhamet
eksikliği... Hiçbir gözde kendini görecek mecal yok. Benlikler, başkalarının
camında eriyor. Kokuşmuş şimdi, asık yüzlü geçmişi eriterek müzahrefatı
ortalığa saçıyor. Kusmuk, öteki bütün kokuları yok eder. Çürümenin kokusu umut
ışığını matlaştırır. Bir uyuşukluk değil bu, ne de bir estetik bozulma hali,
doğrudan estetiğin boynunun kırılmasıdır. Ve estetik yoksa hayat da yoktur.
Çünkü gerçekten de duyarsızlık insan için olağanüstü bir geriye gidiştir.
Tekrarın fark tarafından negatife evriltilmesi, sapağın yüzünü felakete
döndürmesidir. Tek kişilik dünyalar, tek kişilik hayaller, tek kişilik
hissedişler, tek kişilik mutluluk arayışları hayata var eden öteki bütün
kipleri yok eder… Körlük, kendi içine kırılan aynaların yegane sebebidir. Zaman
ve mekanın kendi dışını görememesi, bilincin katılaşmasıdır. “Başkalarından
bana ne” dediğiniz an dünya küçülür. Yüzleşmek ve çare aramak yerine çöplüklerden
yan çizdiğinizde bahçeler kurur. Mutluluğun yolu hesaplaşmadan geçer. Ensenin
gözü yoktur, şimdiden yüz çevirenlere gelecek hiçbir zaman uğramayacak.
Gelgelelim ki sabah, gecenin
atıklarını temizleme takatine sahip değil. Göğün gücü yerin kokusunu dağıtmaya
yetmiyor. Zaman; bir fikirler, hissedişler, laçkalaşmış ilişkiler çöplüğünden
başka bir anlamı havi değil. Ve içini biz doldurduk bu çağın. Derisinin
altındaki her pislikten biz sorumluyuz. Yaptıklarımızla, yapmadıklarımız, ihmal
ettiklerimiz ve yüz çevirdiklerimizle… Musa’lara iftira attık, çivilenen her
İsa’dan biraz da elimizdeki keserler sorumlu… Çiviyi kendimize batırmamız
gerekirken tokmağı başkalarının kafasına vurmak için her an tetikte bekledik.
Hep başkalarından umduk kurtuluş umudunu. Hep birilerinin gelip bizi
kurtarmasını diledik olduğumuz yerde, çevrelendiğimiz batağı kanıksayarak.
Orada savaşlar oldu, kanalları değiştirdik. Burada çocuklar katledildi
gözlerimizi, vicdanlarımızı kapadık. Dünya çöpe dönerken, tek kişilik
alanımızda, tek kişilik dünyalarımızda tek kişilik hayaller kurmaya devam
ettik.
Ve o çerçöpler, o atıklar, o
duygu atıkları, o duyarlılık atıkları, o düşünce atıkları, o eyleyiş atıkları,
o küçük ve bana dokunmaz dediğimiz kıymıklar döndü dolaştı bizi buldu. Birileri
yollara, ana yollara kırık camlar, dikenler serpiştirirken güçlü
ayakkabılarımıza güvendik. Ve belki de, dalgınlıkla da olsa, günün birinde
bunların ayağımıza batacağını düşünmedik, düşünemedik. Kokuşmanın daha ilk
anında küçük müdahalelerle tersine çevirebileceğimiz akışın artık tam
ortasındayız. Dünya kötülük kazanında kaynıyor. Çocuklar büyükleri tarafından
hunharca öldürülüyor. Gençler uyuşturucunun peşinde, bu dünyadan geçici
süreliğine uzaklaşmanın hesabını yapıyor, her düşüş bir öncesini aratacak
kertede yaralar, bereler bırakıyor. Olgun insanlar, bundan geriye artık hiçbir
şey yapılamayacağını düşünürken, yaşlılar bir an önce gezegenden ayrılmanın
özlemiyle yanıp tutuşuyor. Elde avuçta hiçbir şey yok. Bütün bunlardan geriye atık
hayatlar kalıyor. Hepimiz, her birimiz kendi kusmuğunda çiçek yetiştirmeye
çalışıyor. Yapmadıklarımızı başkalarından bekleyerek yok ettik kendimizi.
Yaptıklarımızın hesabını başkaları ödesin diye sonsuz görünen zamanlarımızı
buharlaştırdık, şimdi onun damlalarından medet umuyoruz. Dünya baştan aşağı
mezbelelik artık… Orada, kokuşmuşluğun ortasında kendi çabasıyla yetişen tek
tük güllerden medet umuyoruz. Çiçekleri incittik, dikenlerden hoş kokular
salmasını umuyoruz. Dalımıza konan güvercinleri korkuttuk, kargalardan mavilik,
akbabalardan şakımasını umuyoruz.
Hepimiz, devasa bir bataklığa
saplanmış gibiyiz. Üstelik güzel sulardan, taze pınarlardan devşirilmiş bir
bataklık değil bu. Tam da kendi elimizle, ölçüsüz tükettiklerimizle
oluşturduğumuz, alabildiğine pis kokan, alabildiğine tiksindirici bir bataklık
bu. Hemen ötemizde olup bitenleri görüyor ama bulunduğumuz yerden kıpırdayamıyoruz.
Bataklığı yaratan da biziz onun kokusuna dayanamayan da. Yoksa gün ortasında
kendi çocuğunu öldürüp bulanık suların altına gömen, sonra onun cesedini
arayan, arayanları perdeleyen zihniyeti nerede arayacağız? Kelebekler lağım
sularına konmaz. Atık hayatlardan Narin ölümlerin çıkmasına niye şaşıyoruz ki?
Narin’in narince ölme imkânını bile elinden alan atık hayatlar, hayatın kendisini
katletmez de ne yapar?