Ateş düşmediği yeri de yakar
Sevgi, merhamet toplumlarında ateş düşmediği yere de düşer. Ve herkes elinden geleni yapar. Herkes elinden geleni yaptıkça yangın yeri serinlemeye, soğumaya başlar. Ateş büyük yapraklarını yere indirir. Az da olsa sönmeye döner.
Yapıyor da iyi olan, insan olan herkes.
Fakat iyi olmanın en iyi zamanı acıdan, kederden önce.
Sadece acıdan, kederden sonra değil… Tamam herkes bizzat suçlu değil. Fakat
herkes, hepimiz genel anlamda az veya çok suçluyuz. Kimi kaba kalabalık linç
coşkusuyla kendi suçluluk duygusunu bastırır. Ya "günah keçisi" ya
"sevap keçisi" 'ne yükler dururlar kendi sorumluluklarını... Küstah
konuşup fevri davranınca ve bir de slogan atınca birey oldum sanma halleriyle
en acılı, en kederli zamanda insanlık dışına çıkabilirler. Bunlardan hep vardır,
bilirsiniz. Fakat acı bilinç onları kale almaz. Kendi iç hukukuyla, vicdan
mahkemesiyle herkesten önce kendini yargılar ve değişimini gerçekleştirir.
Herkesin ve bizim
suçlarımız var. Hep önceden halletmek zorunda olduğumuz arızalarımızın ağır
sonuçlarını yaşamaktayız. Kendi kendimizin soyunu böyle böyle kırmaya
devam ediyoruz. Kendi insanımıza acımıyoruz. Kendi insanımız da kendisine
acımıyor. Ağır sonuçlardan önce bu sonları yaşamayacak nedenlerimizi
oluşturduğumuzda esas sevgi ve merhamet toplumu olmuş olacağız, bunu da
biliyoruz.
Hem sorunlar çözülmek için tespit edilir, tamam. Fakat
nicedir sadece tespit etmek için tespit ediliyor. Önce yaşanmış bütün büyük
depremlerde aynı manşetler atıldı, aynı yazılar yazıldı, aynı programlara aynı
uzmanlar katılıp aynı şeyleri söylediler. Kürsüler, medya programları tespit
tesbihi... Usandık. Tespitler beş yüzlük tekrarlanıyor. Keder tarikatı, keder
kulübü mü bu?!
Madem sevgi ve merhamet toplumuyuz. Aynı duyarlılığı
acıdan önce bu yıkımın yaşanmayacağı şekilde göstermek de sevgiye merhamete
dahildi. Merhamet başa gelenden
sonra olduğu kadar öncesinde de işlevi olabilecek bir duygu. Mesela bu evlerde
çocuklar doğacak, oyun oynayacak ve uyuyacaklar diye düşünerek, genci yaşlısı
ile onca insan, onca aile yaşamın telaşesinden yorgun düştüğünde canını zor
attığı ve yepyeni enerjileri depoladığı evinde huzur ve güven içinde yorulacak
veya dinlenecek diyerek imar ve inşa işinin gereğini layıkıyla yapan insanlar
olmak da merhamete dahil. Bu binaları yükseltirken bunları hesaba katarak
yükseltmek, yükseltilmesine izin vermek de merhamete dahil. Kederden önce
davranmanın emek ve maliyeti sonra davranmaktan daha vicdanlı ve hesaplı.
Ne olursa olsun böyle büyük vakalar toplum bir yana her
insanı kendi içinde, iç dünyasında ayrıştırma özelliği taşıyor. İç yüzlerimizi
gösteren devasa bir ayna; insanlığın huy aynaları olarak asılıyor zamana...
Bazı yaşananlar bir ömre öylesine büyük geliyor ki
yaşamak suç haline dönüşüyor. Bırakın yemeyi, içmeyi veya herhangi bir yaşamsal
faaliyeti, kıpırtıyı…
Fakat insan zamana arkasını dönemiyor. Hayat ancak ve
ancak şöyle devam ediyor. Başka hayatların da kaldığı yerden devam etmesine
katkıda bulunarak…
Eminim herkesin(her iyinin ve doğrunun) içinde
"bundan böyle" anlamına gelen bir çentik... Bu kıyametten, toplu yıkımdan az
daha küçük olan olay bize öyle büyük geldi ki; zamanı ilaç olamayacağı kadar büyük bir şeyle karşı karşıya geldiğini
itiraf ederken duydum. "Her şey" zamanın kapısında... Sıralı sırasız
uzun bir "ilaç" kuyruğunda. Boşa -akılsız, bilimsiz, tekniksiz,
zanaatsız ve sanatsız- geçirilen onca zamanların hesabının görüleceği upuzun
bir kuyruk bu…
Neden
hazırlıksızız? Sorusu koca koca çengelini atadursun, her şey aniden oldu. Bir
anda hepimiz öldük sanki. Hepimiz yaşlandık sanki bir anda. Fakat hayır. Hiçbir
şey aniden olmadı. Bilgimiz dahilinde topluca intihar etmiş gibiyiz.
Böyle zamanlarda Emily Dickinson’un iyi gelen bir
şiiriyle birbirimize sarılalım.
“Bir tek kalbin kırılmasını
önleyebilirsem,
Boşuna yaşamış olmayacağım.
Bir yaşamdan acıyı alabilirsem
Ya da
Bir acıyı hafifletebilirsem,
Ya da
Bir ardıç kuşunu
Yeniden yuvasına koyabilirsem,
Boşuna yaşamış olmayacağım...”