Asrımızın Osmanlı Akıncısı Zaptiye Ahmet
“Cumhuriyet Devrinde Bir Osmanlı Akıncısı” Zaptiye Ahmet, vefatından 50 yıl sonra hatırlandı. Dursun Gürlek’in hazırladığı eserde fikir, kültür ve sanat adamları aziz dostlarını anlatıyor.
Bazı kahramanlar vardır ki aradan yarım asır sonra da olsa hatırlanır, rahmetle anılır ve hatıraları yeni nesillere aktarılır. Zaptiye Ahmet ismini uzun zamandan beri bilhassa merhum Mehmed Niyazi, rahmetli Mehmed Şevket Eygi ve Üstün İnanç gibi Marmaratör ağabeylerimizin sohbetlerinde dinliyorduk. Bir efsane gibi anlatılagelen bu cengaver hakkında ilk kitabı kültür tarihçimiz Dursun Gürlek hazırladı: Zaptiye Ahmet, “Cumhuriyet Devrinde bir Osmanlı Akıncısı”. Bilge Kültür Sanat Yayıncılık’tan çıkan eserde, millî ve manevi değerlere bağlı münevverlerimizin son 70 yıldaki maceraları da dile geliyor.
Dursun Gürlek Hoca, Mukaddime’de kahramanımızı en çarpıcı özellikleriyle anlatıyor. “Zaptiye Ahmet’in en önemli meziyetinin Osmanlı’ya duyduğu büyük hayranlık olduğunu belirttikten sonra bu yönünü şu sözleriyle naklediyor: “Dünya tarihinde gelmiş geçmiş hanedanlar içinde en değerli, en şerefli iki büyük hanedan vardır. Bunlar da Hanedan-ı Âl-i Resulullah ile Hanedan-ı Âli Osman’dır.” Bütün müminler, bu iki hanedanı sever ama Zaptiye Ahmet’in muhabbeti bambaşka. Bu üstün sevgisini her hâl ve şartta ortaya koyuyor. Cesaretiyle, dirayetiyle ve pervasızlığıyla temayüz eden Ahmet, 24 Temmuz 1942 tarihinde Yozgat’ta doğdu, 1969’da Hakka yürüdüğünde 27 yaşındaydı.
ZAPTİYE ADI
Peki “Zaptiye” unvanı nereden geliyor? Asıl adı Ahmet Ersin Yücel olan kahramanımız, hiçbir yerde haksızlığa izin vermediği için arkadaşları ona bu ismi veriyor. Faal, hareketli, cevval… Yanlışlar karşısında susmayan güçlü irade… Sevdalı olduğu Ayasofya’yı gezecek olan SSCB Başbakanı Aleksiy Kosigin’e tek başına “yuh” çekebilen cesur yürek. Niçin, çünkü bu emperyalist devlet, tarih boyunca Müslüman Türklere büyük zulümler yapmış. Tabii poliste sorgu sual ama ne gam! Serbest bırakıldıktan sonra Marmara Kıraathanesi’nde alkışlanan bir yiğit! Sadece vatan ve millet davalarında değil her yerde zulme, haksızlığa, kötülüklere karşı direnen bir kişilik. Meselâ bindiği otobüste, birisi namuslu bir kadına sarkıntılık yapıyorsa yakasına yapışır ve haddini bildirir. Cezasını anında verir. Yani durumdan vazife çıkaran bir idealist, bir memleket evladı. Hem halkın namus bekçisi, hem de değerlerimizin hakiki savunucusu…
PEYGAMBER ÂŞIĞI
Dursun Hocanın mufassal takdiminden sonra bir başka kahraman olan kız kardeşi Nuriye Uğur Akın hanımefendinin yazısını okuyoruz. Bakınız ağabeyini nasıl anlatıyor: “Sendeki o coşkun peygamber aşkının yakın şahidiyim. Fatih, Malta’da bir sene beraber oturduğumuz evde, akşamları Rasûlullah Efendimiz hakkında konuşurken sicim gibi akan o gözyaşların hayalimden hiç silinmedi.”
Başka şehadete gerek var mı? Bir Peygamber âşığından bahsediyoruz. Mâhir İz Hoca güzide talebesini anlatıyor. Münevver Ayaşlı, Mehmed Niyazi, Ahmed Nuri Yüksel, Nevzat Kösoğlu, Galip Erdem, Özer Ravanoğlu, Sezai Karakoç, Asaf Ataseven, Ergun Göze, Mehmed Şevket Eygi, Kadir Mısıroğlu, Ahmet Güner Elgin, Üstün İnanç, M. Cemal Çiftçigüzeli ve daha birçok isim meziyetlerinden, ahlak ve faziletinden bahsediyor. Âdeta Osmanlı asırlarından kopup günümüze gelmiş bir bir akıncı beyi. Unutulmayacak çarpıcı hatıralar…
Bütün
Marmaratörlerin, çok sevdiği bir genç
Bilge tarihçimiz Ziya Nur Aksun, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin İslam Tarihi’ni ilavelerle hacimli bir eser olarak hazırlarken Zatiye’den bahsediyor ve diyor ki: “Bu kitabın hazırlanmasında ve sadeleştirilmesinde emeği geçen kıymetli idealist ve mütetebbi bir tetkikçi olan Ahmet Yücel Bey kardeşimizin hatırasını minnetle anar, ruh-ı muazzezine Fâtihalar göndeririz.” Neredeyse bütün Marmaratörlerin, milliyetçi-maneviyatçı münevverlerin çok sevdiği bir genç. O zaman mukaddesatçı kitle yekvücut. Şimdiki gibi bozuk yollara sapılmamış. Hepsi Allah, vatan, din, bayrak kavramları etrafında tek yumruk, yekvücut. Fitne din kardeşlerini henüz bölüp parçalamamış. Hepsi de inançsızlığa karşı top mermisi gibi yekpare!
‘Mesele Geçen’
Aksiyoner
Zaptiye Ahmet hem bir fikir ve sanat adamı, hem de aksiyoner bir civan. Osmanlı’yı, ecdadımızı, Ayasofya’yı, mabedlerimizi, kitapları çok seviyor. Osmanlı Türkçesi’ne hayran, eski/mez yazıyı kullanıyor. Maişetini sağlamak için türlü işler yapıyor. Gazetecilik, kitapçılık, ticaret. Ticareti para kazanıp davaya hizmet etmek için yapıyor ama sonuç malum. Kitabı okurken kâh neşeleniyor, kâh hüzünleniyoruz. Istırabı neşe bilmiş bir insanı nasıl sevmezsiniz? Hayatında mizah ve dram âdeta iç içe. Bütün dostları onun ‘mesele geçmek’ diye tarif ettiği özelliğinden bahsediyorlar. Peki nedir ‘mesele geçmek’. Zaptiye Ahmet ‘mesele’sini bir bakana da geçer, bir hamala da! Bir monşerle de tartışır, bir akademisyenle de! Aslında onun ‘mesele’si davası, inancı, fikriyatıdır. Vatan, bayrak ve İslam sevdasıdır. ‘Mesele’si Nizam-ı Âlemdir, Kızıl Elma’dır, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresidir. İ’la-yı Kelimetullah’tır. Tebliğdir, emr-i bilmaruf, nehy-i ânil münkerdir. Cihadını canü gönülden, ihlasla, yürekten yapar. Dostları artık ‘mesele geçme’yi hayatlarının şiarı, parolası hâline getirirler.
Ayasofya Hasreti
Bazı nadanların utanmadan açılışını küçümsediği Ayasofya’nın hasretiyle yanan bir mübarek neslin mensubuydu o. Bugün hayatta olsaydı Ayasofya’nın camiye dönüşmesine en büyük bayramı o yapar ve ilk cumasında ön safta gözyaşları içinde tekbir getirip el bağlardı. Raif Karadağ, “O, Allah’ına daima sığınmaktan âdeta hudutsuz bir haz duyardı. Dini bütün bir Müslüman’dı” dedikten sonra her zaman duyduğu Ayasofya ıstırabını şöyle anlatıyor: “Her konuşmamızda, bana her gelişinde ilk sözü Ayasofya oluyor, fethin sembolünün müze olmasını kabul etmiyor, buna tahammül edemiyordu. Bize tuhaf gelen fikirleri vardı bu mevzuda.”
Raif Karadağ, Zaptiye Ahmet’in Ayasofya’yı tekrar fethin sembolü hâline getirmek için anlatılmaz bir ateş içinde yandığını belirttikten sonra, bir gün yine ‘coşkun bir nehir akışı gibi konuştuğunu’ ifade ettikten sonra kendisine şöyle dert yanıp içini döktüğünü söylüyor: “Ağabey, Ayasofya olmadıkça Müslüman Türk olmaz. Ayasofya, bu topraklar üzerindeki Hakk’ın hüccetidir. Bu cami, bu toprağın fethine yol açmıştır. Biz, sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) emrine uyan ceddimize de ihanet ediyoruz. Âh… Ayasofya’yı cami olarak tekrar gördüğüm gün, benim için çok şeyler değişecektir.’ diyordu.”
Hani bugün ‘yerli ve millî’ deniliyor ya. İşte bu tarife uyacaklardan biri de Zaptiye Ahmet’tir. İslam’ın bütün zenginlikleriyle müftehir, Müslüman Türk’ün meziyetleriyle yüreği doludur. Milletinin ve ümmetinin dertleriyle hem dert, ıstırabıyla mustariptir. Türkçe konusunda hassastır. Lokantada ‘komposto’ uydurmasına karşı ‘hoşaf’ kelimesinin kavgasını verecek kadar titizdir. Hoş hatıralardan biri de dostlarını Fatih’te önce bir tatlıcıya, hemen ardından bir turşucuya davet etmesi ve onlara peş peşe ziyafet çekmesidir. Ama onun derdi başka. Her iki esnaf da Osmanoğulları Ailesi’ne mensup. Onlara sahip çıkma adına art arda önce baklava yediriyor, sonra da turşu sofrasına konduruyor. Bu ne muhteşem Osmanlı aşkı! Sevda-yı ebed müddet dense sezadır. Ergun Göze, “Tam bir Osmanlı idi, bir Genç Osmanlı… İnceliği, çelebiliği, sağlamlığı, külyutmazlığı zaman zaman unutulmaz direnişleriyle bir Genç Osmanlı…”
Buna can mı dayanır?
Zaptiye Ahmet’in ani vefatı can kardeşlerini yıkar. Rasim Cinisli, Mehmet Emin Alpkan’a yazdığı mektupta, “Heyhat! Ahmet Yücel’i kaybettik, öyle mi? Bizim Zaptiye’yi, âh… Beynimden vurulmuşa döndüm. Yüreğime köz düştü. Kolum, kanadım kırıldı. Bu nasıl felâkettir ağabey?.. Bu acıya dayanılmaz ki!..”
Zaptiye Ahmet vefat ederken 9 yaşındaydım. Ama on sene sonra onun hatıralarını İstanbul’daki meclislerde dinlemeye başladım. Bize Zaptiye Ahmet’i ve diğer kahramanları sevdiren merhum Mehmed Niyazi de ayrı bir efsane. O da Çanakkale Destanı’nı Çanakkale Mahşeri’nde anlatıp tarih şuurunu kazandırdı.
O bir kahraman
Kitabı bitirdiğimde merhumun âdeta ikinci bir Osman Yüksel Serdengeçti olduğunu anladım. Fakat bugüne kadar niçin sadece hususi sohbetlerde adı anıldı? Hakkında niçin beş on kitap yazılmadı, destanı anlatılmadı, filmi yapılmadı, sıra dışı hayatı sahnelenmedi? Bunları yapmıyoruz, ihmal ediyoruz. Millî hafızamız çok zayıfladı. Kusurumuz ziyade, günahımız büyük!
Zaptiye Ahmet, Selçuklu döneminde yaşasaydı Malazgirt ovasında Alparslan’ın yanında er, Kudüs’ün önünde Selahaddin Eyyubi’nin arkasında asker, Ertuğrul Gazi’ye Alp, Fatih’in ordusunda surlara çıkan Ulubatlı Hasan, Barbaros’un yanında Akdeniz’de levent olurdu. Çanakkale Destanı yazılırken “Seyit Onbaşı”, İstiklal Harbi’nde Mehmetçik, 15 Temmuz’da Ömer Halisdemir gibi şehadet şerbetini içerdi. Onu, Nesl-i Cedid’den, Asım, Büyük Doğu ve Diriliş neslinden bir Anadolu cengâveri olarak düşünün. Hayal değil hakikat!
Vade dolmuş ömür
bitmiş
Yakalandığı hastalıktan dolayı hastanede yattı. Bütün dostları, arkadaşları, yakınları seferber oldular. Yüzlerce kişi hastaneye akın edip kendisine 60 tüp kan verdiler. Ancak vade dolmuş, ömür bitmiş, sayılı nefesler tükenmişti. 16 Temmuz 1969 Çarşamba günü fani dünyaya veda edip çok sevdiği Rabbine, Resulüne, ecdadına kavuştu. Beyazıt Camii’nde cenaze namazını Abdurrahman Gürses Hoca kıldırdı. Oradan Edirnekapı Mezarlığı’nda yine çok sevdiği Hasan Basri Çantay’ın yanına defnedildi. Kısa ömür içinde muazzam bir aşk, şevk, ceht, heyecan, gayret ve mefkure adamı olarak efsaneleşti. Hâl ve duruşuyla şahikalar meydana getirdi, koca bir neslin kalbinde ve gönlünde taht kurdu.
Bizde kahraman çok
değeri bilinmez
Batının gerçek kahramanları yok ama naylondan tipleri kahramanlaştırıp bize film diye seyrettirirler. Bizde kahraman çok ama değerini bilmeyiz. Bugüne kadar Zaptiye Ahmet’i hakkıyla tanımayışımız hepimizin ayıbı, utancı. Bu mahcubiyetten bizi kurtaran Dursun Gürlek Hocaya ve Bilge Kültür Sanat Yayıncılık’ın yöneticilerine binlerce teşekkür. Türkiye’nin en iyi yönetmenleri bu kahramanı tanımalı. İnanıyorum ki tanıdıktan sonra hayatını mutlaka beyazperdeye aktarmak isteyeceklerdir. Eseri okuyanlar şayet heyecanlarını kaybedenler ise yeni bir ümit ve azme sarılacaklardır. Diğer okuyucular da yitirdiğimiz hafızamızı acıyla hatırlayacaklardır.
Ruhun şad kabrin nur
dolsun
Edirnekapı Şehitliği’nden geçerken Mehmed Âkif’i, Süleyman Nazif’i, Ahmed Naim’i, Peyami Safa’yı, Çerkez Hasan’ı ve diğer büyüklerimizi, bütün şehitlerimizi rahmetle anıyorduk. Ama artık Fatihalarımızı ortak edeceğimiz bir kahramanımız daha var: Zaptiye Ahmet! Allah rahmet eylesin. Ruhun şad, kabrin nur, mekânın cennet, menzilin mübarek, makamın âli olsun inşallah.