Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
19 Ocak 2020

Aslında yok Kemalizm diye bir şey

EVET… Aslında Kemalizm diye bir şey yok… Hatta hiçbir zaman da olmadı...

Ya biz? Adına ister Türk diyelim ister Müslüman; ister ulus diyelim ister ümmet; bizler var mıyız sahiden?

Daha da derinleştirelim: Var mı İslami hareketler? Maalesef hiçbirisi yok.

Var olan kim? Bu sorunun cevabını İngiliz tarihçi ve istihbaratçı Arnold Toynbee’nin onurumu kırdığı için onlarca yıl aklımdan çıkmayan şu cümleleri ile vermeye çalışalım.

29 Ekim 1923’te Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin bir kararı ile doğan Türkiye Cumhuriyeti, bugünün dünyasında Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş bir anıttır”

Devletim dünya üzerine başkasının namına dikilmiş bir anıt...

“Osmanlı” Batının sömürüsünün önünde asırlardır duran engeldi. Bu nedenle yıkılması kadar Osmanlıyı ve misyonunu hatırlatacak bütün sembol ve işaretlerin de beyinlerden kazınması gerekiyordu.

Bu nedenle Batının rüyası olan Roma İmparatorluğunun kullandığı harfler yerleştirildi. Adına da Türk(!) alfabesi denildi. Hilafet petrol hatırına kaldırıldı. Batılı kanunlar alelacele hatalı şekilde tercüme edildi. “Laiklik” olmazsa olmaz sosyolojik bir gerçeğimiz gibi başköşede ağırlandı.

Böylece gelenek ile ilgili ne varsa savaş açıldı, küçümsendi, zihinlerden silinmeye çalışıldı.

Gaye toplumun kendisini Doğulu değil Batılı bir toplum olarak algılaması idi. O gün Batının işine bu geliyordu.

***

Aradan pek uzun olmayan bir süre geçti SSCB, tehlike oluşturunca Batının aklına “yeşil kuşak” geliverdi

Taviz yine CHP eliyle verilmeye başlandı. Çünkü devrimlerin sahibi Batı idi; istediğini korur, istediğini kaldırır, istediğinde istediği değişikliği yapabilirdi.

Geçenlerde Mücahit Gültekin yazdı. CHP 17 Kasım 1947’de 7. kurultayınca çok önemli kararlar aldı. İlkokullara din dersi konulması, İmam Hatip kursları açılması, Ankara İlahiyat’ın açılması, hacca gideceklere döviz verilmesi gibi. Hatta çok daha radikal bir tavırla Recep Peker kafalılar partiden ihraç edilirken, Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad yazarlarından Şemseddin Günaltay Başbakan oldu. O Günaltay ki bir zamanlar Mısır’a sürülen Mehmet Akif’in sevdiği, kendisi gibi düşünen bir dostuydu.

Ne fark ederdi ki; o gün için Batının başında komünizm belası vardı; hani şu Allahsız Komünizm. Daha somut bir ifade ile Türk askerinin Kore’de “devrim, devrim” şeklinde değil de “Allah, Allah” nidalarıyla komünistlere saldırması Batı tarafından daha işe yarar görülüyordu.

Çıkar dünyası işte!

***

Osmanlı fiiliyatta olduğu gibi zihinlerde de yok edilmişti nasıl olsa. Artık din istismarı ile Batının âli menfaatlerinin korunmasında bir beis olamazdı.

Batı yine de uyanıktı. Çıkarının aleyhine nerede bir İslami iktidarın varlığından şüphe etse hemen “omzu kalabalık” bir kölesine ihtilal yaptırmaktan geri kalmadı. Cezayir de, Mısır’da olduğu gibi...

Türkiye’de de merhum Erbakan’a boşuna yeşil komünist lafı yakıştırılmadı. Tamlamaya dikkat ne kadar ince bir mühendislik mahsulü: Yeşil komünist

Erbakan 28 Şubatçı Batı çalışma Grubu önünde boş yere buram buram terletilmedi... İsme bakın isme: “Batı” çalışma gurubu. ‘İsmiyle müsemma olmak’ işte tam da böyle bir şey olsa gerek. Haysiyetsizlik, onursuzluk, Batı yalakalığı adında peşinen ve pişkin pişkin sırıtıyor.

***

Şimdi de bazı aklı evveller yine fabrika ayarlarına dönelim teraneleri okuyor. 1930’ların güzellemeleri yapılıyor. Acınacak zavallı beyinler. Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye. Çünkü Batının o taraklarda beklentisi kalmadı artık. Ama yine de faydadan tamamen arî değil bu söylem. Amaç belli: Halka Kemalist diktatörlük hatırlatarak’ ‘fazla ileri gitmeyin’ denilmeye çalışılıyor.

‘Batı-merkezli dünyayı kurcalamayın yoksa geliyor beşkardeş’ uyarısı ile topluma ayar çekmeye çalışılıyor.

Hele Maocu-Kemalist fırıldak ve yandaşları ortalarda yeni figürleri ile dans etmiyorlar mı, insan gülsün mü ağlasın mı bilemiyor?

Meramımı özetleyeyim: Yoktan yok çıkıyor dostlar. Toplumca “var” olalım ki varoluşumuzu sergileyebilelim.

Böylece ne isteyenin karaladığı beyaz bir kâğıt ne de elleriyle şekillendirdiği hamur olmak yazgısından kendimizi kurtarıp ” nesne” olmayı terk edelim.

Dahası “özne” olmayı becerebilelim...