Dolar (USD)
32.54
Euro (EUR)
34.76
Gram Altın
2489.19
BIST 100
9524.59
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

28 Kasım 2019

Aşkın devlet, ağdalı retorik ve Öğretmenler Günü   

Meseleleri esastan konuşmadığınızda sürüp giden ciddiyetsizliğe can suyu olmanız kaçınılmaz hale geliyor. Bunun en ibretlik örneği, sanıyorum eğitim alanında yaşanıyor. En son ve çarpıcı olanını Öğretmenler Günü vesilesiyle Konya’da yaşadık. Gün vesilesiyle yapılan toplantıda konuşmak için kürsüye gelen vali ‘öğretmenlerin nasıl önemli, öğretmenliğin nasıl kutsal’ olduğuna uygulamalı şekilde öğretmeni fırçalayarak (fırçalandığında muhabir değil öğretmen olarak biliniyor vali tarafından) anlattı. Şüphesiz hadisenin buraya kadar olan kısmı önemli ve ibretlik! Ancak başımıza gelen ibretlik olayların çap ve genişliğini büyütmeden duramıyoruz. Can Yücel’in ifadesiyle ‘ne kadar rezil olursak o kadar iyi’ modundayız. Vali öğretmeni fırçalıyor, bir salon dolusu öğretmen valiyi alkışlıyor. ‘Nerden baksan tutarsızlık, nerden bakarsan ahmakça’ diyor Ahmet Kaya.

İş orada da bitmiyor. Gözlerimizin önünde cereyan eden bu üzücü ve ibretlik vakıada valinin nasıl güzel ve yerinde müdahale ettiğini belirten, bir tür sözüm ona meseleyi derin okuyorum, yüzeyselliği eşlik etmeye başladı. İş devletin itibarına, makama saygıya, protokol adabına vs. götürülüp oradan ‘devleti kurtarmaya’, ‘güce halel getirmemeye’ vardırılıyor. Olay önümüzde, olayın içeriği önümüzde! Devlet önümüzde, devletin işleyişi bu işleyişin niteliği, hakka hukuka uygunluğu önümüzde! Rahmetli Vali Yazıcıoğlu daha 1990’larda verdiği bir beyanatta, bu hastalıklı zemine ilişkin olabilecek an açık sadelikte anlatıyor: “Bürokrasi hastalığı; işi yokuşa sürmekten zevk alma, haz almadır. Bunun çok çeşitli örnekleri vardır. Öyle başladık bu işe, sonra el yordamıyla öğrendik. Bir gün birisi eli cebinde langur lungur... 'Çıkar elini cebinden' dedim. 'Biz Almanya'da dairelere böyle giriyoruz.' diye karşılık verdi. 'Burası Almanya mı? Çıkar elini cebinden.' dedim. Sonra düşündüm; demek ki Almanya'da insanlara askerlik yaptırmak mı gibi bir ihtiyaç yok. Adam işini görüyor, işi görülüyor. Bizde öyle değil. Otur, kalk oturma, hiza, istikamet, emir, komuta! Bu komplekstir, aşağılık duygusunu tatmin etmektir. Bu çok büyük adamlarda da görülür. İnekler, develer, öküzler kesilir. Davullar, zurnalar çalınır. Bir faciadır. Geri kalmış ülkelerde görülür. Batı ülkelerinde böyle adam karşılanmaz. Tabii bu zamanla değişecek."

Burada tahminimce iki hususa özenle değinmek gerekiyor: Birincisi ‘Öğretmenler Günü’nün ne olduğu, kim tarafından ihdas edildiği, hangi tarihsel döneme, uygulamaya referansla hayatımıza sokulduğu? Ve bununla bağlantılı şekilde ağdalı bir retorikle halelenen bugünün ne tür bir ilişkiye, nasıl bürokratik bir angaryaya, soğuk ve sıkıcı bir resmi söylenceye dönüştü? 24 Kasım, 12 Eylül darbecilerinden önce Atatürk’ün Millet Mektepleri’nin Başöğretmenliği unvanını kabul edişinin yıldönümü olarak kutlanırdı. Peki, nedir bu Millet Mektepleri? Millet Mektepleri esas itibariyle yeni harfleri öğrenmek ve tabi eski harfleri unutmak için 16-30 yaş aralığındaki nüfusun alındığı zorunlu kurslardır. Dolayısıyla Öğretmenler Günü’nün hem ihdas eden aktörleri, hem de bu toplumun kültür-değer sürekliliğini tahrip eden en iyimser ifadeyle tartışmalı bir uygulamayı refere ediyor oluşuyla ibretamiz bir hadisedir. Bu topluma 12 darbecilerinden miras kalmış ve tarihsel göndermeleriyle tartışmalı bir günün varlığına, meşruiyetine ilişkin bir çekincenin dile gelmiyor oluşu da ayrıca adil ve özgür bir gelecek tasavvuru açısından düşündürücüdür. Yukarıda belirttiğim üzere sıkıcı, soğuk resmi kutlamaların nasıl bürokratik bir angarya olduğunu, kişilikleri törpüleyen, karakterleri aşındıran bir nitelik arz ettiklerini bu tarz tören, ritüellerin sıkıcılığından ve zorunluluklarında biliyoruz.

İkinci husus ise bu olay üzerinden valinin eleştirilmesini bir tür devlete dönük saldırı, aşkın, yüce devlet tasavvurumuza kast eden bir girişim şeklinde algılayıp ortadaki bu basit ve yalın yanlışı savunma ihtiyacı hisseden okuma. Aşkın, yüce bir devlet tasavvurumuzun olması başka bir şey o tasavvur, o devlet idesi üzerinden hayatla ne tür ilişki kurduğumuz bambaşka bir şey. Olanı meşrulaştırmak için mi kullanıyoruz aşkın, yüce devlet tasavvurumuzu? Yoksa devletimizin iş ve işlemlerinin olmasa gerekene yaklaşması için bir ölçüte, bir mihenk taşına mı çeviriyoruz? Mesele valinin ne yaptığı, karşısındakinin nasıl oturduğu, olayı ilk kimin başlattığı gibi magazinel bir meraka meze yapmak yerine gerçekliğimizi, işleyişimizi açık eden bir işaret, bir uyarıcı olarak değerlendirmek, değerlendirebilmek. Buradan işi vali düşmanlığına veya devlete dönük bir kalkışmaya götürmek aynı yüzeyselliktir. Olanı meşrulaştıran, toplumsal bellekte olumlu çağrışımları olan kimi değer ve kavramların gölgesinde cereyan eden basit ve yalın yanlışlarda, iş ve işleyişlerde ilke ile uygulamayı, amaç ile aracı birbirine karıştırıp nahoş mevcutta keramet bulan muhafazakârlığın kimseye faydası olmadığı gibi meseleyi valinin yanlış olduğu apaçık tepkisinde sıkıştırıp buharlaştıran saman alevi parlayışının da kimseye faydası yok.