Aşırı metafizik
Kilisenin
Ortaçağ’da insanı kendisine bırakmaksızın tümüyle temellük etmeye çalışması
önemli bir handikap oluşturmuştur. Herşeyi metafizikleştirirseniz, insanın
hareket edebileceği, düşünebileceği bir manevra alanı bırakmazsınız. Böylece
insan hayattan da soyutlanmış olur.
Bu tavır
karşısında geliştirilen hümanizma, Klasik çağdan esinlenerek insanın hedefini
kendi içkinliğinde bulan bir anlayış geliştirdi. Böylece insan düşüncesini ve
duyularını yeniden dünyaya ve kendisine çevirmiş oldu. Bu andan itibaren zaman
açısından ileriye doğru Batı’daki tüm gelişmeler insanın yapabilirliği,
kendisini keşfi üzerinden bir şeyler ortaya koymuştur.
Kilisenin
anlayışı ile bir toplumun devam edemeyeceği ve bir noktadan sonra böyle bir
açılımın olacağını zaten insanlık tarihine baktığımızda anlamak zor değildir.
Bu safhada bilimin gelişmesi de benzer bir seyir izlemiştir. Kutsal kitabı
temellük etmiş ve hakikati uhdesine almış olan kilisenin bu tavrı karşısında
“tabiat” ve olguların dünyası iyi bir çıkış noktasıydı.
İlk başlarda
tabiat da Tanrı’nın yazılı olmayan kitabı olarak görülmüş; dolayısıyla tabiat
ve olgular dünyası Tanrı’dan bir kopuş yaşamamıştı. Hatta tabiata hakim olmak,
orada Tanrı’nın kurallarını ve ilkelerini keşiften yola çıkan bir zihni alt
yapıya sahipti. Esasen Batı’da bugüne kadar seküler tavırlarla yol alsa da,
modern bilimlere yön veren esas soru Tanrı’nın zihninin nasıl çalıştığı gibi
bir soruyla ilerlemiştir.
Fakat daha
sonraki süreçte gerek tabiat gerekse bilimin Tanrı ve kutsal ile olan
bağlantısı kopmuştur. Öyle ki bu kopuşun ardından bugüne kadar bilim ve din
birbirine indirgenemez bir düalizmin yani iki farklı gerçeğin kaynağı olarak
algılanmışlardır. Fakat hem Batı’da hem de İslam dünyasında esas sorunu bu
algılama biçimi oluşturmaktadır.
Doğrusu
Batı’nın kilisenin temellükünden kurtulduktan sonra kiliseye karşı geliştirdiği
tavrı, en azından o günkü psikoloji içerisinde anlamak mümkündür. Fakat bunun
doğru bir tavır olmadığı yaşadığımız süreçlerde daha net anlaşılmaktadır. Zira
burada ya bilimi metafizikleştirme ya da din üzerinden aşırı bir metafizik
üretilmektedir.
Öncelikle işin
temel felsefesine bakmalıyız. Din insanın mevcut kapasitesinin tüm hakikati
kavrayacak bir yetkinlikte olmadığından dolayı vardır. İnsanın akıl, duyular
vb. mevcut donanımı tüm hakikati kavrayacak düzeyde değildir. İnsan bu yetileri
ile ancak fenomenler dünyasında olguları anlar, aralarında ilişkiler kurar ve
çıkarımlarda bulunarak maddi dünyasını inşa eder. Biz buna bilimsel faaliyet
diyebiliriz.
Fakat insana ve
evrene dair gerçeklik bundan ibaret değildir. İşte fenomenler dünyasının
sınırlarının bittiği yerde “din” devreye girmektedir. Fakat dinin rolünü
bununla sınırlı olarak belirlersek, yine düalist bir zemine kaymış oluruz. Din
aynı zamanda insana anlam ve değerler koyarak dünya hayatının çerçevesini
çizer. Fakat bu hiçbir şekilde dinin bilimin yerine ikame olması demek
değildir. Kutsal kitaplar hiçbir zaman bize bilimsel veriler sunmaz.
Yaşadığımız bu
sürece baktığımızda “acı”nın verdiği ıstıraptan olsa gerek tüm bunların
birbirine karıştığını görmekteyiz. Kimileri dini tamamen gereksizleştirerek
fikir üretmektedirler. Fakat bu ıstırapları aşmanın yegane kaynağı ve
motivasyonu yine dindir. Öte yandan hala bilimsel alana duyarsız yorumlar da
geliştirilmektedir. Bunların ikisi de yanlıştır.
Yani bundan
sonra hem şehrin ve binanın inşasında jeoloji, mühendislik vb. bilimsel
olgulara göre hareket edilecek, hem de ıstırapların dinmesi için Tanrı’ya dua
edilmeye devam edilecektir. İkisi de insan için hakikatin bir parçasıdır.