Asıl zengin infâk edendir
SABRİ GÜLTEKİN
Her Cuma günü olduğu gibi telefonuma
hayatın içinden bir mesaj düştü. Satırları okudukça duygularım kabardı, kalbim
ritimsiz atmaya başladı, gözlerimden yanaklarıma süzülen damlacıklar ruhumu
sarstı. Dünyada böyle ahde vefâlı insanlar oldukça güzelliklerin kötülüklere
galebe çalma ihtimali olduğu kanaatimi kuvvetlendirdi.
Haydi bendenizi sarsan, “iman varsa, imkân vardır” düsturunu
hatırlatan satırlara birlikte göz atalım. Kanaatim odur ki, sizlerde aynı duygu
yoğunluğunu yaşayacak, insanlığın içinde bulunduğu buhranı ufacık bir dokunuşla
yerle yeksân edeceği “umut mevsimi”ne
evrileceksiniz.
Söz bir zamanların kendi fakir, gönlü
zengin öğrencisinde:
***
“Yıl 1958’di. Üniversiteye yeni
başlamıştım. Ekonomik durumum pek iyi değildi. Ailemin maddi durumu yeteri
kadar iyi olmadığından para gönderemiyordu. İstanbul Teknik Üniversitesi
Elektrik Bölümü’nü okuyordum.
Çarşıda bir lokantaya girdim, “Az kuru alabilir miyim?..” diye
seslenince lokantacı hâlimi anladı. Ağzına kadar dolu bir tabak kuru, bir de
pilav getirdi. Hesabı ödemeye gidince ise, sadece az kuru parası aldı.
Bu durum uzun bir süre böyle devam
etti. Ben her gün “az kuru”
istedikçe lokantacı “çoook” diyerek
azı çoğa tamamladı.
Aradan yıllar geçti, okul bitti. O
yılların üzerinden de yıllar geçti. Genç bir mühendis olarak çalıştım,
çabaladım, Allah (c.c.) takdiriyle iş güç sahibi oldum. Artık yoksulluk
günlerim geride kalmıştı.
Günler su gibi akarken bir gün aklıma
“az kuru” dediğim, fakat her
defasında “bol kepçe” ile
ödüllendirildiğim günler düşüverdi.
Ankara’dan arabaya atladığım gibi bir
kuş misali okuduğum şehir olan İstanbul’un Beşiktaş ilçesindeki tarihî çarşının
yakınında bulunan semte geliverdim. Lokantanın kapandığını görünce bir parçamı
kaybetmişçesine telaş içinde yitiğini arayan buruk bir insana dönüşüverdim.
Etraftaki esnafa, “Buradaki lokanta
nerede, sahibi nerede?..” diye sorunca, “Lokanta kapandı. Lokantacı amca da az aşağıda oturuyor...” cevabını
alınca yitiğini bulmuşçasına sevindim. Tarif edilen adrese gidip, heyecanla
kapıyı tıklattım. Kapıyı açan amca, “buyurun”
dedi.
Biraz yaşlanmış olan lokantacı amcayı
karşımda görünce heyecanla, “Amca, ben
yıllar evvel burada okudum. Ben hep ‘az kuru’ istedim, siz hep çook verdiniz...”
Lokantacı amca şöyle bir düşündü,
hatırlayamadı. Kim bilir, kaç öğrenciye bana davrandığı gibi davranmıştı.
Hatırlamamakta haksız da sayılmazdı. Arkasından, “Hatırlayamadım oğul, yıllar oldu...” deyiverdi.
Ben gayr-i ihtiyarî, “Oturduğun ev senin mi amca?..” diye
sorunca, “Yok oğul kira. Hanımla
birlikte geçinip gidiyoruz. Buna da şükür...” deyiverdi.
Azı çok eden lokantacı amcaya iyilik
sırası bana gelmişti. Müsaade isteyip oradan ayrılarak amcanın ev sahibini
buldum. Evi amcanın adına satın alıverdim. Bununla da kalmayarak, bir miktar
para bırakmaya kalkınca, amca hem mahcup hem de sevinçli bir halde, “Aman oğul sen ne yaptın?.. Bunlara ne gerek
vardı?..” diyerek teşekkür üzerine teşekkür etti.
Ben de cevaben, “Amca senin az kurun olmasaydı, aç yatar aç kalkardım. Büyük bir
ihtimalle okulu da bitiremezdim. Şimdi öyle zenginim ki, inan benim size
verdiğim sizin bana verdiğinizden daha değersiz. Hakkını helal et, o bana
yeter...” dedim. İkimiz de çok duygulanmıştık, birbirimize sarılıp
dakikalarca ağladık.
Rabbimiz âyeti kerimesinde ne
buyuruyor: “Allah’ın nimetlerini saymaya
kalksanız, saymakla bitiremezsiniz...” O dilerse gün gelir “az kuru”ya bir ev ikram eder...”
İşte fakir öğrenci ile zengin
lokantacının hikâyesi böyle...
***
Telefonuma gelen yukarıdaki satırları
okur okumaz, mesajı yollayan kişiyle irtibata geçiyorum.
Bende oluşturduğu duygu selini ifade
etmeye kalktığımda telefondaki kişi, “Bu
olay gerçektir, Sabri bey. O kadar gerçek ki, tevîl edecek bir durum olmadığı
gibi imtina ederek ifade edeyim ki, o kişi benim” diyor.
Bu kişi kim mi?..
Geçmiş dönemlerde Türkiye’nin en
önemli bürokratlarından olan beyefendi, “sağ
elin verdiğini sol el bilmemeli” düsturu gereği isminin açıklanmasına, fâş
edilmesine rıza göstermedi. Bu yaşanmış hikâyeyi sadece başkalarına “örnek olsun” diye aktardığını ifade
etti.
*
Geldiği yeri unutmayan böyle emin,
naif, ahde vefâlı insanlar oldukça bu toplum asla iyilik melekelerini seferber
etmekten geri durmayacaktır.
Bizde güzel bir söz vardır, “Verdiğin senindir”. Madem ki, “verdiğimiz bizim” o halde infâk etmek
varken, neden hem dünyamızı hem de ahiretimizi mâmur etmekten beri duralım; “İyilik et denize at, balık bilmezse Hâlık
bilir.”
Rabbim imkânı olanlara böyle
hasletlerle yaşayıp, sırat-ı müstakim üzere olmayı nasip eylesin.
Âmin.