Asgari ücret ne kadar olmalı?
80’li yılların ikinci yarısında mecburi hizmet için Muğla’nın Köyceğiz ilçesinde Genel Cerrahi Uzmanı olarak bulunmaktaydım.
İlçedeki İmam Hatip Lisesini, Osmanlı’dan
yadigâr “Molla Dede” namıyla anılan Osmanlı döneminde medrese tahsili görmüş
muhterem bir zat yaptırmıştı.
İmam Hatip Lisesinin hocaları kendisini
sık sık ziyaret ederlerdi.
Kendi imkanlarıyla bir imam hatip
lisesini yanında uygulama camisi ile yaptıran, çok da ahım şahım bir mal
varlığı olmayan “Molla Dede” imam hatip hocalarıyla bir sohbetlerinde şöyle
söyler:
“Oğlum Müslüman zengin olmayacak mı,
elbette olacak, hatta denizler gibi olacak ama Müslüman o denizin üzerinde
kayık gibi olacak, denizaltı gibi olmayacak”.
İşte o İmam Hatip Lisesinin Müdürü her akşam
üzeri muayenehaneme uğrar sohbet ederdik.
Mecburi hizmeti bitirip Köyceğiz’den
ayrıldıktan sonra da Müdür Bey’le irtibatımız sürdü.
Müdür Bey’in ortaokul yıllarından bir
arkadaşı tüccar olmuştu.
Müdür Bey’in yeni atandığı ilçeye mağazalarının
bir şubesini açacağını, şubenin kurulum dahil her türlü masrafını kendisinin
karşılayacağını, okuldan çıktığında bu işyerine uğramasını, işleyişe göz kulak
olmasını Müdür Bey’e teklif etti.
Özel ticari yetenekleri olan Müdür Bey’in
günde sadece 1 saat uğraması yeterliydi.
Ne kâr edilirse ortadan bölüşeceklerdi.
Müdür Bey, o günlerde babadan kalma
arsaya mütevazi bir ev yaptırıyor, tek maaşıyla inşaatı sürdürmekte çok
zorlanıyordu. Böyle bir ek gelire çok ihtiyacı vardı.
Ama arkadaşının teklifini reddetti.
Çünkü;
Bir grup öğrencisi ile bazı akşamları özel
dersler yapıyorlardı. Bu derslerde öğrencileriyle meselâ Amerikalı yazar Loe Buscaglia’
yı değerlendiriyor, Kur’an zaviyesinden Leo Buscaglia’yı müzakere ediyorlardı. Dersleri
bu minval üzerineydi.
Eğer bu ticari faaliyete girerse
öğrencilerinin yanında itibarını, inandırıcılığını kaybedebilirdi.
Bu sebeple teklifi reddetti.
90’ların başında popüler olan, sol
görüşlü yazar Fikret Başkaya’nın her sayfası için bir günden fazla hapis yattığı “Paradigmanın İflası” isimli kitabını ilk kez o günlerde Müdür
Bey’den duymuştum.
Müdür Bey’in İmam Hatip Lisesinden bazı
arkadaşları iş hayatına atılmış yanlarında çok sayıda işçi çalıştıran iş
adamları olmuşlardı.
Bu arkadaşları Müdür Bey’i sıkça düzenledikleri
dini sohbetlerden biri için bir konağa davet ederler. Sohbet sonrası Müdür Bey
arkadaşlarına şöyle sorar:
“İşçilerinize ne kadar maaş veriyorsunuz?”
“Asgari
ücret ödüyoruz” derler.
Bu cevap üzerine, Müdür Bey
konağın penceresinden yakınlarda bahçenin içinde ışıkları yanan başka bir
konağın pencerelerini gösterir, derki;
“Şimdi siz burada belli aralıklarla
toplanıp dini sohbetler yapıyorsunuz, şu ışıkları yanan konakta da farz edin ki
birileri arada bir toplanıp viski içiyorlar. Sizin bu dini sohbetlerinizle
onların viski içmelerinin hiçbir farkı yok.”
Kendisi bana böyle nakletmişti.
Kısa süre sonra da Müdür Bey ani bir
rahatsızlıkla bir anda rahmeti rahmana kavuştu.
Müdür Bey’in eleştirisinden, herkes
kendince ders alır, reddeder ya da aksine yorumlarda bulunabilir.
Ben irkiltici, eğitici bulduğum için naklediyorum.
Burada bir de masanın diğer tarafından
bahsetmem gerekecek.
Almanya’da ihtisas yapan bir doktor
arkadaşım, Almanya’ya ilk gittiği günlerde, çalıştığı hastanede öğleden
sonraları bazen boş zamanları olmaktadır. Bu durum dikkatini çeken arkadaşım, bölüm
şefine söyleyerek, sık sık izin alıp hastaneden ayrılır. Hoca bu izin
isteklerine hiç kaşını çatmadan hep olumlu cevaplar verir.
Ay sonu geldiğinde doktor beye bir önceki
aydan oldukça düşük bir maaş ödenir.
Arkadaşım şiddetle buna itiraz eder.
Personel bölümüne yönlendirilir.
Meğer aldığı bütün izinleri hocası
personel bölümüne bildirmiş, hastanede bulunmadığı saatler hesaplanıp maaşından
kesilmiştir.
Doktor beyin diyeceği bir söz kalmaz.