Dolar (USD)
35.28
Euro (EUR)
36.73
Gram Altın
2985.94
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
01 Haziran 2019

“Arzu” Versus “Anlam”

Jean Baudrillard sessiz yığınları kastederek, “onlar anlam değil gösteri istemektedirler.” der. Baudrillard, epey külliyatlı eserlerinde gerçekliğin yeniden yaratılması, simülasyon ve hipergerçek kavramları üzerinden analiz yapar. Onun “gerçeklik” üzerine durması hep dikkatimi çekmiştir.

Batı düşünce ve bilim dünyasında hakikat ve gerçeklik ne derece tartışılan kavramlardır? Bunun ciddi analiz edilmesi gerekiyor. Bir yandan hatırı sayılır düşünce adamları bilgide kesinlik ve hakikat meselesine girmeye çalışırlarken, diğer yandan indirgemeci bir perspektifle hakikatin insan hayatında kaybedilişi de söz konusudur. Batı dünyasındaki hatırı sayılır bilim felsefecisi ve fizikçilerin gerçeklik problemini hep ıskaladıklarını; daha çok teori ile dış dünya arasındaki uyumluluklarla yetindiklerini Şakir Kocabaş (Allah rahmet eylesin) Fizik ve gerçeklik isimli eserinde uzun uzadıya anlatır.

Hakikat fikrine ve bu arada en temel hakikat olan Tanrı’yı (bir Müslüman olarak bir tek Allah) kendi düşünce dünyasında sağlıklı bir yere konumlandıramayan düşünce adamlarının, dış dünyadaki hakikatleri bütüncül bir şekilde anlamalarını beklemek bir hayaldir. Benim yazılarımda sürekli hakikat üzerine durmamın sebebi, zihninde dış dünyanın hakikatlerini de simüle etmeye çalışan Müslümanların içine düştüğü durumdur. Mevlâna’nın dediği gibi, “yay eğri olursa ok da eğri gider.”

Bu yazımda aslında meselem, müslüman muhafazakar kitlelerdir. Kendi organik aydınları, okumuş yazmışları ve takipçileri ile bu kitlenin bugünkü pratikleri, yıllardır dile getirdikleri teorilerinden oldukça mesafe almış durumda. Belki Müslüman muhafazakarlar Ömer Özbay’ın “Cirriculum Vitae” şiirinde anlattığı şekilde bir dava ve değerden hareket eden, geleceğe dair ümitleri olan bir kitleydi. 1980’li yılları hatırlıyorum da, “anlam” ve “değer” burada yüksek sesli, heyecanlı tartışmaların yegane üst belirleyicisi idi. Ortada entelektüeller vardı, okuyor, tartışıyor ve manifestolar geliştiriyorlardı. Bu anlamda Müslümanlık, bir değer olarak dünyada gelişen akımlara karşı bir direnç sağlayacaktı; en fazla da kapitalizme karşı.

Zaman geçtikçe “anlam”ın giderek zayıfladığına ve kaybolduğuna şahit olduk. Dünya modern, postmodern ve küresel süreçleri hep iç içe yaşadı. Özellikle postmodern yaşam biçimi, bir yandan hakikatimizi parçalarken, diğer yandan anlam dünyasını da tarumar etti. Küreselleşme ile birlikte, tüketim kültürü bir “arzu” patlamasına sebep oldu. 1980 öncesinde, bütün imkanların perifesinde yer alan Müslüman muhafazakar kitle demek ki, burada epey “arzu” biriktirmiş. Belki de birçok itirazını, sürekli ertelemesinin sebebini de buradaki süblimasyonda aramak lazım. Hiç şüphesiz bu süreci ve değişimi Türkiye’deki bütün düşünce akımları yaşadı. Tüketim kültürü ve kapitalizmin aldığı yeni boyut devasa bir sel gibi, önünde hiçbir şey bırakmıyor.

Fakat Müslümanlık başka idi. “Kurtuluş İslamdadır” mottosunu sürekli zihninde tutarak, bu dünyada insanın yabancılaştığı değerleri tekrar ona hatırlatacaktı. Ancak şu anda tartışacak entelektüeli bile kalmadı. Belki de artık kendi söylemine “esatir-i evvelin” diye bakıyordur, bilmiyorum.

“Anlam” kaybı, zaten dünyanın epeydir yaşadığı genel bir bunalım. Ama temel sorun; artık Baudrillard’ın da tartıştığı gibi arzunun tüm anlamları bastırmasıdır. Anlam bastırılınca, ona dair tüm temsiller “gösterim”e giriyor. Muhafazakar kitleler ise, bu gösterinin anlamın yerine geçtiğini fark etmiyorlar. Dolayısıyla İslam’ın simülasyonları dolaşımda dururken, “gerçeklik”ler bir kez daha hayatın dışında kalıyor.