Arzu patlaması ve din
Tartışmanın temel problemi; özellikle muhafazakar çevrelerde giderek kendisini yoğunluklu olarak gösteren tüketim, seküler yaşam biçimi ile Müslümanların dönüştüğüne dair söylemdir. Tabii bunun sonucu olarak, İslami söylemlerle yeni yaşam tarzları arasında giderek açılan mesafe ve yaşanan değer kayıpları.
Öncelikle böyle bir fenomenden bahsetmeyi haklı kılabilecek derecede ortada ciddi doneler var. Bu konuda analiz yapmadan önce, meseleyi anlaşılabilir kılacak bazı makro ve mikro varsayımları yerli yerine yerleştirmek icap ediyor. Makro olanlarından başlayalım. Birincisi, yaşanan durumun dünya ölçeğinde ağırlığını farklı boyutlarda hissettiren kapitalizmle ilintisine dikkat çekmek gerekiyor. Küreselleşme çağında devasa bir güce ulaşan kapitalizm, dünya sisteminin ve işleyişinin ayrılmaz parçası.
İkincisi de, postmodern çağın kendisini iyiden iyiye göstermesiyle, bir mikro varlık olarak insanın merkeze alınmasının doruk noktasına ulaşması. Böylece dini değerlerin yerine kendi değerlerini kendisi yaratan insanın arzularını mutlaklaştırması. Üçüncüsü de, sekülerleşmenin dünya ölçeğinde artışıyla birlikte insanın Tanrı ile ilişkisinde meydana gelen mahiyet değişimi.
Mikro faktörleri de şu şekilde ifade edebiliriz. Birincisi, 1980 sonrası Türkiye’de muhafazakarların sınıfsal anlamda yükselişi. İkincisi, bununla bağlantılı olarak siyaset sahnesinde muhafazakar partilerin iktidara gelişi. Üçüncüsü de, Türkiye’de son otuz yılda yaşanan zihniyet dönüşümleri.
Burada merkeze alacağımız kavram arzu patlaması ve arzu söz konusu olduğunda, aslında konuyu sadece muhafazakar çevrelerle ilgili olarak değil, genel bir durum olarak değerlendirmek gerektiği de başta hatırlanmalı. Bir başka deyişle, insan arzularının mutlak anlamda meşrulaştırılması meselesi, dünya ölçeğinde toplumları sarmalına almış bir durum.
1970 ve 80’li yıllardaki muhafazakar söylemlere baktığımız zaman, dünyaya belirli bir çekinceyle yaklaşan, idealizmle örülmüş söylemler kümesi yaratan, büyük oranda seküler ve kapitalist yaşam tarzlarına eleştirel yaklaşan bir durumla karşılaşırız. Bu, bir yandan İslam’ın ideal söylemlerine sahip bir Müslümanlık anlayışından, diğer yandan Müslümanların içinde yaşadıkları sınıfsal durumdan kaynaklanmaktadır. Yani varolan praxis zaten aksi bir söyleme de henüz izin vermemektedir.
Bununla ilgili dönüşümün başlangıcı Özal iktidarıdır. Özal iktidarı Türkiye’nin mevcut toplumsal formunu kazanmasında etkili olmuştur. Asıl kapitalizm de tam etkilerini o günden itibaren bizde göstermeye başlamıştır. Neticede muhafazakarlar, sürece eleştirel yaklaşarak yeni durumlar yaratmak yerine, bu sürecin edilgen ögeleri olmuşlardır. Toplum, ciddi anlamda bir tüketim sürecinden geçmektedir. Hz. Peygamber’in mütevazi yaşamı, israf vb. önemli söylemleri olan bir dinin praxisi, açıkça tüketimin sonuna kadar muhafazakar bireylerde içselleştirilmesinde bir direnç oluşturamamıştır. Şimdi toplum olarak en önemli sorunumuz; sürekli tüketime (metaforik ifadesiyle beyaz ekmeğe) alıştırılmış bir toplumun nasıl tüketim kültürünü bırakacağıdır?
Muhafazakarların geçmişten bugüne, Batı’ya ve batıcılara bakarak sürekli arzularını biriktirdiklerini ve süblime ettiklerini; süblimasyonun ise uygun ortamını bulunca bir arzu patlaması şeklinde açığa çıktığını görmekteyiz. Burada arzu kavramı, yaşam tarzından hal, hareket ve davranışlara kadar geniş bir alanı tanımlamaktadır.
Elbette dünyaya açılım gerekliydi. Fakat iyi bir kapitalizm, emperyalizm, sömürgecilik, tüketim, postmodernizm vb. eleştirisi yapılması zorunluydu. Bu eleştiri yaşadığımız halin içine kendimizi bırakarak pasifleşmek yerine, iddia edilen yeni bir dünyanın yaratılması için yapılmalıydı. Yeni düşünceler ve eleştiriler getirme zarureti, söylemlerin sınırlara dayanmasından kendisini belli etmektedir.