Artan yalnızlığımız
Günden güne artan yalnızlığımız bir girdap gibi ha bire bizi içine çekmekte. Kendi sesimizi dinliyor, kendi kendimizle dertleşiyoruz. Kendi türkümüzle efkârlanıp, kendi ağıtımızla ağlıyor, kendi kendimizi teselli ederek yine kendi iç dünyamızda huzur arıyoruz.
Bizi bu denli yalnızlaştıran nedir diye düşündüğüm
de o kadar çok şey aklıma geliyor ki…
Uzattığımız elimizin boşlukta kalmasından tutun
hiçbir menfaate müteallik olmayan hasbi sevgimizin bile iadesi ile karşı
karşıyayız. Sadece sevgi mi? Meziyetlerinden dolayı bir hakkın iadesi manasında
duyduğumuz hayranlıklar, hissettiğimiz saygı dahi kabule şayan olamadığı için
bize tekrar iade olunuyor. Tıpkı adreste bulunamayan kişiye gönderilen kargonun
gönderildiği adrese iadesi gibi.
Selamımız bile karşılıksız, tıpkı Fuzuli’nin “Selam verdim, rüşvet değildir diye
almadılar” dediği gibi. Kendi selamımızı da kendimiz alıyoruz.
Attığımız her adımın “arkasında ne var acaba?”
sualiyle adeta durdurulduğu ve hatta geri çevrildiği bir zamandayız.
Hep mesafeler koymakla mahiriz gönüllerimiz arasına.
Ağzımızdan çıkan bir kelimenin karşımızdaki muhatapta yapacağı tahribatı,
inkisarı düşünmeden, hesap etmeden gayret hoyratça kullanabiliyor ve bunu da
bir mertlik ve dobralık olarak değerlendirebiliyoruz. Ama birisi aynısını
yaptığında da vaveyla ediyor, asumanı titretiyoruz.
Herkesin dilinde “gölge
etme başka ihsan etmem” sözleri dolanır oldu. Canlıyı cemad olarak görür
olduk. Ha bir taş ha bir can… Ha bir insanın üzerine basmışız ha da bir taşa,
hiç farkı yok. Ha merdiven basamağı ha bir insanın sırtı. Yükselmek için her
ikisinden hangisi uygunsa kullanmakta beis görmüyoruz. Ha bir kuru dalı
kırmışız ha bir gönlü. Öyle ya hak etmişti ne de olsa.
Kimsenin kimseye ne eyvallahı, ne ihtiyacı ne de
minneti var. Evladın ebeveynine, eşlerin birbirine, komşunun komşusuna hiç
eyvallahı yok. Aşığın maşuğuna, maşuğun aşığına da eyvallahı yok. Gerçi ortada
ne aşk var ne de gerçek anlamda âşık ve maşuk… Elbise değiştirir gibi sevgili
değiştiren ayran gönüllüler de kendisini âşık taifesinden addediyor. O da ayrı
bir garabet.
İşte tüm bunlar bizi kendi kuyularımıza hapsediyor.
Yalnızlaştıkça yalnızlaşıyoruz. Cahit Sıtkı’nın şu sözleri ne kadar da anlamlı
değil mi?
''Öyle eksildik ki yaşarken; bize dokunan
her şeyi
eksiltiyoruz.
Yalnızlığımızla
çoğalıp, kalabalıklığımızla eksiliyoruz.
Ve öylesine
kalabalık ki yalnızlığımız;
Ne yana dönsek
kendimize çarpıyoruz.''
İşte tam da anlatmak istediğimiz bunlardı. O kadar çoğaldık
ki kendi yalnızlığımızla ne yana dönsek kendimiz çarpıyoruz hakikaten. Ayak
izimizde kendi gölgemiz yürüyor. Feryadımıza ses veren yine kendi sesimizin
aksi sedası.
Hani derler ya anlaşıldığın kadar varsın diye.
Anlaşılmıyorsak zaten yokuz demek ki anlamasını beklediğimiz muhatapların
gönüllerinde.
“Kendimi hep yalnız
bildim yıllardır
Başıboş çağlayan
seldim yıllardır”
Demişim 1987’lerde… Üzerinden 36 koca yıl geçmiş. Yine yalnızlıktan dem vuruyorum. Ancak müşteki
de değilim. Kendi kendime konuşuyor, kendi kendimi dinliyor, kendimi anlamaya
çalışıyorum. Öyle olmasaydı ne bir mısra şiir, ne bir sayfa hikâye, ne bir
roman yazabilirdim. Ne de bir dize ezgi çıkardı sazımdan.
Gölgede duranın gölgesi olmaz derler lakin görmek
istemeyen münkire ne yapsan faydası yok.
Kendi sesimiz, kendi sazımız ile kendi kuyularımızda
söylemeye devam edeceğiz demek ki. Bu da bizim hikâyemiz.
Mevzu uzun, mevzu derin. Daha fazla söz; söyleyeni
de dinleyeni de yazanı da okuyanı da yorar. Bir dörtlükle hitam bulsun
satırlar.
“Gülü sevsen hârı
var
Onun da bir yâri
var
Ayrılığın nârı var
Yanmalara lüzum
yok”
Kendi iç sesini dinleyen sadırlara selam olsun.
Not: Yazıyı kalem alırken Şanlıurfa ve Adıyaman
illerimizde yaşanan sel felaketini haber aldım. Her iki şehrimize ve ülkemize geçmiş
olsun diyorum. Görüntüler çok ürkütücüydü. Beş vatandaşımızın vefat ettiği ve
dört kişinin de kayıp olduğu söyleniyordu. Vefat eden vatandaşlarımıza rahmet,
yakınlarına başsağlığı diliyorum. Umarım kaybolan vatandaşlarımız da sağ olarak
bulunur ve daha fazla can kaybı olmaz.