Arıza biri: Sanatçı
Etrafını kişisel, keyfi istekleriyle sıkan bencil, bohem birini kast etmiyorum. Huysuzluğunu sanat paravanının arkasında, salonda, sette, basın toplantısında, nerede görünüyorsa orada büyüten ve hep “ben” ergenliğinde kalan birinden de bahsetmiyorum.
Benim anladığım sanatçı hem sükûnet içinde, hem kıpır kıpırdır. Fikir fikir, fıkır fıkır. Deniz gibi…
Kibir kibir değil...
Sanatçı bir ruh arızaya karşı tetiktedir. Nerde arıza, orada sanat iç sesinin hükmü altında yaşar. Çünkü derdin üstüne kurulmuş bir “araçtır” sanat. Sorunlardan kaçan başıboş bir amaç değildir. Sorundan beslenir. Çünkü sorun düşündürür. Sorunsuzluk; düşünmeyi bırakmadır ve asıl sorun o zaman başlar.
Sanatçı adeta arıza tespit sorumlusu gibidir. İşte bildiniz; rahatsız bir tip. Üzmeyelim onu. Belli de etmeyelim hakkında böyle düşündüğümüzü…
Anlamaya çalışalım. “Bu sanatçı arkadaşımızda” diyelim ki; huzursuz kalp sendromu var. Herkesin mutlu olduğu şeylerden onun huzura ermediğini gözlemiyoruz. “Mutluluk” ona batıyor. Kahkaha duyduğunda içinde kaç ah var diye saymaya gidiyor. Bu arkadaşımızın para saydığını pek değil, hiç görmüyoruz.
Kişisel olarak çok keyifli bir arkadaş. Fakat toplumsal (ç-evre-n-sel)huzursuzluğu yakın çevresini etkiliyor.
Herkes bir şarkı/bir hayat tutturmuş gidiyorken birinin çıka gelip “Sizi huzursuz etmeye geldim!” demesi ne de sinir bozucu! Kişisel mutlulukları bir kenara bırakarak toplumsal mutsuzluklara bir göz atmaya davet edilme… Sonrasında dertli biri olup çıkma. Tekrar ediyorum. Neredeyse aşılabilir, hemen herkesin illa başını yoklayanları dışında, aşılamayacak kadar büyük, çetrefilli kişisel hiçbir derdi olmadığı halde, o saatten sonra dertli biridir. “Derdim bana derman imiş” diyen biri olup çıkmıştır. Sorunlara, yani hemen her arızaya duyarlı biri olmuştur. Güçlü bir hassasiyet rüzgârı esmiş ve onu sadece kendini dinleme bencilliğinin, nefsinin elinden alıp nüfusa, kalabalıklara, meydanlara ve aslında caddelere ve arka sokaklara doğru ısrarla kovalamıştır. Gözü aydın olsun-dur. O vakitten sonra ne sadece kendi bedeninde, ne de sadece kendi evinde, yani konfor alanında rahat rahat oturamaz hale gelmiştir. Oturursa da önce altına bir “diken” çekerek.
Huzursuz etmeye gelenlere o da eklenmiştir artık. İlginç bir biçimde etrafına, huzurun en önemli zemini olan dinginliği sayesinde bütün huzursuzlukların sözünü açabilir. Çokları sorun tespiti esnasında sıkılsa da çözüme odaklanıldığında ferahlar.
Çünkü böyle bir huzursuzluk türü; arıza çıkarmak, kişisel sorunları yüzünden etrafı allak bullak etmek değildir. Mutsuzların bile değil, hatta neredeyse mutluların, bencillerin çıkarmış olduğu ve görmezlikten gelinen arızaları tespit etmek ve etrafı çözüme uyandırmaktır.
İşte bu dertliliği ve derman aramayı sanat dallarından herhangi biri ile yapmaya gelmiştir sıra. Çünkü hayatını kişisel planda yaşamayı aşabilmiş bir insan, kendini başka türlü gerçekleştirmenin, yani özellikle sanatın kapısını çalmıştır bile. Bir çekicin yanı sıra bir kalemi tutmuştur. Bir süpürgeden sonra bir fırçayı kavramıştır. Tabiatı, baharların renk çekişmesini, ilkin ne kadar canlı ise, son baharın renklerin canını tek tek nasıl alışını çoktan bir tabloya taşımıştır. Elden düşme ama kırılmama şartıyla düşürdüğü bir fotoğraf makinası ile an yakalamaca oyununa çıkmıştır illa. O insanın iç sokaklarına, daracık mahzenlerine olduğu kadar, bir gürültüyle kaynadığı sokaklara, caddelere, olaylara sadece sanatsal kariyerini yürütebileceği bir malzeme olarak değil, dertleriyle dertlenerek ve muhakkak bir arızanın tespitinin hemen ardından, ilgisiz ilgililerini çözümüne uyandırmak amaçlı bakmıştır. Hasadını almış ve orada saatlerce kurgulamaya oturmuştur.
Çünkü arızalar onu rahat bırakmamıştır. O böyle kendi hayatını toplumsal arızalara adamış bir toplum emekçisi iken toplumu onu arıza bir tip olarak bakar. Pek çok mutlu insan onunla bir araya gelmez. Aynı zamanda pek çok mutsuz insan da ister istemez yakın çevresi olur. Kalbi bir dertle delinmiş, ciğeri tutuşmuş, aklı yerinden oynamış, borcu olan, yoksul, parasız, kimsesiz, şefkatsiz, ruhu da karnı da aç kalmış, yani hayatı bir şekilde olumsuz seyreden kim varsa onu kendisine yakın bulur. Yakın çevrenin çaresizliğine oranla uzak çevrelerin aşırı çareliliği, yakın çevrenin imkansızlıkları ile uzak çevrenin imkan ötesi durumu zihninde çarpıştığında adalet kavramı unutulmaz bir zikir olur çıkar.
Sanatçı, daha doğrusu toplumsal duyarlılığı olan bir sanatçı işte bu büyük arızanın peşindedir. O bir arıza babası-anasıdır. Her nerede görse haksızlığı tanır ve bu ters gidişatı düze, adalet güzergahına yönlendirmeyi ister. İşte bunu hangi sanat ile gündeme getirecekse getirecektir artık. Yazılı veya görsel güzel sanatlar; plastik, ritmik-dramatik, fonetik sanatlar. Ya da pratik, endüstriyel sanat/zanaatlar…
Onu o biliyor. Onu o seçmiştir bile…
O ayrıca arıza bir tip olduğunu, arızaların ondan sorulacağını yoğun olarak hissediyor. İçten içe ağlıyor. Fakat gözyaşları bir yağmur niteliğinde, toplumsal bir çözüm olarak estetize edilmiş halde, bir sanatsal ürüne dönüşmüş olarak akıyor. Sanatını sunduğu her yer onun yanakları… Sayfalar, duvarlar, ekranlar…
Az uyuyor. Arıza ya, ondan.
Haksızlığa uğramışları -bu bir çiçek, bir çakıl taşı bile olsa- illa huzura erdireceği bir ufkun hayalinde uyur uyanık yaşamakta… Huzursuz akıl, huzursuz kalp sendromunda.