Arap düşmanlığı bahane, İslam düşmanlığı şahane...
Son günlerde, Arap ve
Arapçaya düşmanlık yeniden hortladı…
Cumhuriyet’in 100. Yılı kutlaması ve Fenerbahçe-Galatasaray
Süper Kupa final maçının Riyad’da oynamasına saatlere kala çıkan kriz, Arap
düşmanlığın ilk fişeği oldu. Bu konuda çok şey yazıldı söylendi. Benim
anladığım bu maçın Suudi Arabistan’da oynanmasını kulüpler para kazanmak ve
uluslararası arenada değerlerini artırmak için istemişler. Bu teklif Avrupa
ülkelerine de götürülmüş, anlaşılan parayı en çok veren düdüğü çalmış.
Ama sonradan kuralları belli olan bir organizasyon da
krizler çıkartarak olayı Arap düşmanlığına kadar taşıdılar. Bu durum daha
gündemi meşgul ederken 2024 yılının ilk gününde İstanbul’da yüz binlerce
insan “Şehitlerimize rahmet, Filistin’e
destek, İsrail’le lanet “mitingine katıldı. Mitinge katılan İsmail Aydemir
isimli vatandaşımız elinde “Kelime-i Tevhid bayrağı” taşıdığı için bir genç tarafından
yumruklandı. Yumruğu atan gencin gerekçesi; hilafet bayrağı taşıyormuş. Gencin
gözünün bu kadar kör olmasına mı, cehaletine mi üzülelim. Kelime-i Tevhid
bayrağında ne yazdığını biz söyleyelim. La ilahe illallah Muhammeden
Resulullah.”
“Allah'tan başka ilah yoktur, HZ. Muhammed Allah'ın
elçisidir”
Ayrıca hilafet
bayrağı yoktur. Müslümanlar sancak olarak Kelime-i Tevhid bayrağını taşımıştır.
Türkiye’de laik ve seküler dayatmacılığın en bariz
tutumlarının başında, Arap ve Arapça düşmanlığı vardır. Militarist modernleşme
öğretisi açısından Arapça geri kalmış bir kültür formu olarak dini bir
temsildir. Bu sebeple Arapça ile savaşmak modernlik için vazgeçilmez bir ön
kabuldür. Osmanlı sonrasındaki devlet kodları böyle şekillenmişti.
19. yüzyıldan itibaren Türk modernizmi, büyük oranda Arap
düşmanlığı üzerinden inşa edildi. Osmanlı geri kalmışsa bunun nedeni “kahrolası
Araplar ve onların dini düşünceleriydi.”( Onlara göre)
Arap düşmanlığı, “dünya bize düşman” mottosuna sahip Türk
faşizminin inşasında da harç malzemesi oldu. Birinci Dünya Savaşı “Araplar bizi
sırttan vurdular” cümlesini yükseltti ve bu cümle 96 yıldır manşetteki yerini
koruyor. 1928 yılında Milli Şef” (İnönü) diyor ki “Harf İnkılabının temel
gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapatmak, Arap-İslam
dünyası ile bağlarını koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini
zayıflatmaktı…”
İsmet İnönü’nün burada yaptığı açıklama, her ne kadar “Harf
İnkılabı” için söylenmiş olsa da “Dil inkılabı” için de geçerlidir… Çünkü dil
ve harf meselesi, devletin genel politikası olarak birlikte benimsenmiştir.
İnönü’nün bu sözü, aslında ulusal devlet politikasının ana prensiplerini de
belirliyor.
Irksal ve etnik problemler, daha çok ulusal devletlerin
temel paradigmasında yer alır.
Arap - İslam devletleriyle bizim bağlarımız koparılırken,
Osmanlı bakiyesi olan Arap devletleriyle İngiltere başta olmak üzere Avrupa
ülkeleri çok yakın ilişkiler geliştirdiler.
Araplarla aramızda öyle nefret söylemi oluşturdular ki,
tiyatrolarımızda aşağıladığımız “Arap Bacı” tiplemeleri, hamam böceklerinin
ismine bile “kara Fatma” dediler.
Aslında “Fatma”, Hz. Peygamberimiz’in (S.A.V.) kızının
ismiydi.
Yine üç ayların önemli bir ismi olan “Şaban” ismini bile
alaya alan filmler icat ettiler.
“Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü” lafını da her yerde duyar
olduk ve de bilinçsizce yaygınlaştırdılar.
Kısacası, bilinçsiz bir kukla gibi kutsal saydığımız birçok
değerlerle alay ederek, yok etmeye çalıştılar.
Biz, Arap ülkelerine cephe alırken Emperyalist Batı
devletleri ise malı götürme peşine düştüler.
Anti-Arap hıncın tarihsel açıklaması, malûm, ders kitabı
terminolojisiyle, “1. Dünya Savaşında İngilizlere satılıp bizi arkadan
vurdular” şablonudur.
Yakalarındaki Atatürk rozeti
ile Arap düşmanlığı yapanlar,
Atatürk 1920'lerin başında Halepten Nablus'a Fransızlara karşı kök söktüren
Arapların direnişine Atatürk'ün kurduğu gizli örgütüyle katıldığını biliyorlar
mı? Hatta örgütün adı Türk-Arap Muhadenet Cemiyeti, kurucusu da Ali Şefik
(Özdemir)
İki kardeşi kavmin akıllarından çıkarmaması gereken şudur ki
; Osmanlı Arap topraklarını aldıklarında
yer altında da üstünde de sömürülecek hiçbir şeyleri yoktu. Sömürülecek
petrolleri ortaya çıktığında ise sömürgeciler oraları Osmanlı'dan zaten
almışlardı. Araplar da hiçbir zaman Türkleri arkadan vurmamıştır. Şerif Hüseyin
isyanı ile anlatılmak istenen bu arkadan vurma olayı Şerif Hüseyin'in ve
etrafındaki birkaç kabilenin çıkardığı birkaç binlik yerel bir isyandan ötesi
değildir. Bugünün Arap tarihçileri dahi bu isyana Şerif Hüseyin yahut Hicaz
isyanı demekten kendilerini alamazlar. Zira ortada bütün Arap dünyasını
kapsayacak bir isyan yoktur. Bilakis Araplar Şerif Hüseyin'i İngilizlerle iş
birliği yapıp Osmanlı'ya isyan ettiği için lanetlemiş, aleyhinde şiirler
yazmışlardır. Halife olmak istediğinde ise kelimenin gerçek anlamıyla kimse
yüzüne bakmamıştır.
Osmanlı’nın son döneminde İttihat ve Terakki’nin Arap
topluluklarının elbette kendini güvende hissetmemesine yolaçan Türkçülük
politikasını hesaba katmalısınız… Arap topluluklarının bu dönemde homojen
olmadığını ve farklı politik yönelimler gösterdiğini hesaba katmalısınız
İslam'ın bugün içinde
bulunduğu hal aynen bu zihniyet yüzündendir. İslamofobi gibi akımların tek
amacı budur.
Mesele Arap düşmanlığı değil
,mesele İslam dinine duyulan düşmanlık ..