Arama kaydı
Zaman süzülür, bir kalp üzülür. Güneşin çağması beklenir, dua dua üstüne dua eklenir. Pencere önleri, kapı aralıkları, yollara düşen özlem dolu bakışlar… Sessizde değil ama hep sessiz kalan telefon… Son arama kaydının unutulan tarihi…
Dost bildiklerimizin hâl hatır sormalarını bekleriz. Gün olur biz arar, hâl hatır sorarız. Karşı taraf açar, dünya telaşı sebebiyle arayamadığını söyler. Gerekçe: Dünya telaşı.
Birbirlerinin derdinden habersiz belki ölümünden habersiz dostların düştüğü bu dünya çukuru. Dünya işte! Çukura düşer gibi düştüğümüz dünya ve çırpınıp durduğumuz sonsuz deniz. Nedir ki bizi sevdiklerimizden uzaklaştıran, nedir bizi bağlarımızdan koparan? Nerededir içimizi onaran?
Ayak Sesleri şiirinde Bekir Sıtkı Erdoğan içinde bulunduğumuz hâletiruhiyemizi ne güzel anlatmış:
“Her akşam işte böyle gam gelir bana,/Benden kederli bir adam gelir bana!/Dostum değil gelen, benim garipliğim,/Dostum mu var ki bir selam gelir bana?”
Ne zamandır selam alıp vermediğimiz bir dostumuzu gördüğümüzde neler söyleriz? Bu garipliği, mahzun hâli, gamlı gönülleri ne yapacağız? Kim gelecek güler yüzü ve neşeli sesiyle? Gönül, bir sırça saraydı ama şimdi tarumar. Kimdir bunun müsebbibi? Çağın getirdiği, çağın götürdüğü… Hep kendi dışımızda aradığımız sebepler, hep bir gerekçe uydurma hâli. Şimdi dalımız kurudu, yaprağımız düştü, yalnız ağaç olduk bozkırın orta yerinde.
Dost, ta uzaklardan, ta sonsuz ışık yılı uzaklardan selam gönderse içimizde bir esenlik olmaz mı? Huzur bulmaz mıyız? Gönderdiğimiz selam ulaşsa yine aynı huzur dolmaz mı içimize? Ancak şu dünyalık hesapların bizi çektiği yerde sadece elimiz ayağımız değil, gözümüz gönlümüz de bağlı kalıyor. Kim bilir, göremiyoruz, duyamıyoruz iç sesimizi? İhmal ettiğimiz gönüllerde imal edilecek ne kaldı? Ziyanımız çok, heyecanımız yok.
Bir adım, bir selam, bir küçük dokunuş, kısa da olsa muhabbet. Şifa değil midir onulmaz yaralarımıza. Oysa ne çok yaralarımız var, ne çok yaralıyız! Kendimizi, kendimize yabancı etti maskeli yüzlerin tiyatrosu.
Zor olmasa gerek bir dostun sesini duymak. Uzakların yakınlığını konuşup dururuz da içimizdekileri bile uzaklaştıran engelleri kaldırmayız. Ne çelişkili bir durumdur bu. İyi günde, kötü günde bir olmak vardı. Daldığımız denizden bizi kim çekip çıkaracak?
Ömrümüz harcandıkça özümüz temiz kalıyor mu? İyilik, sevgi, dostluk ve sadakat tohumu ektiğimiz gönüllerde şimdi neler yetişiyor? Kim suluyor bu toprağı, bu viranenin bahçıvanı nerede? Baykuşlar gelmişse bülbüller nerede öter? Şimdi bir selam bile yetecek kapıları açmaya. Çok zor olmasa gerek bir dostun unutulmadığını göstermek. Ne ki şu dünyanın alaca renkleri, ona kanıp da hakikati unutmaya değer mi?
Biliyorum, bizde sevgi hafî ve safi. Olsun öyle ama kış güneşi misali gönlümüzü ısıtacak bir selam da mı çok? Hadi, aramak sormak yok; nedir bu hâl ki sorulduğunda susmak? Bu susuşların dilini çözmek için gönlünde talim etmek isteyen şu zavallıya açsan da kapılarını çökse dizinin üstüne… Baksa tüm sırların yazıldığı yüzüne ve unutsa tüm alfabeyi, senden tekrar öğrense konuşmayı, tekrar öğrense yazmayı, okumayı…
Aramak sormak… Bir izi sürmek, dağ taş aşıp varmak. Her zaman kaybettiklerimiz aranmaz ki. Kendimizi bulmak için de ararız. Çünkü seven kalp, sevdiğini arayıp ona kavuşunca yaşar. Arama kaydımıza bakalım mı?