Araftakiler
İki samimi arkadaş kafa kafaya vermiş muhabbet ediyorlar. .. Bunlardan biri soğanı çok sevmesi ile meşhur… Diğeri de dostunun bu özelliğini bildiği için onu soğan sınavına tabi tutuyor…
Bir gün soğan sever, arkadaşına ciddi ciddi soruyor:
-Bana tüm samimiyetinle doğruyu söylemeni isterim: Çocuğunun mu çok seviyorsun yoksa soğanı mı?
Soruya muhatap olan dostu zorlanmadan cevabını verir:
-Ne şüphe! Tabi ki soğanı daha çok seviyorum. Hele soğanın cücüğüne bayıluyorum.
-Peki, ikinci soru… Hanımını mı daha fazla seviyorsun yoksa soğanı mı?
Bizimki kem küm etmeye başlar… Ne de olsa yerin kulağı var… Ne olur, ne olmaz… Biraz zorlanır ama sonuçta ürkek ve titrek bir ses tonuyla tercihini dile getirir…
-Hanım duymasın… Ne yalan söyleyeyim… Soğan sevgisi ağır basıyor…
Arkadaşı bu cevabı alınca üçüncü soruyu hemen soruveriyor… Hazırlıklı olduğu için rahattır…
-Allah aşkına doğru söyle, Peygamberi mi daha çok seviyorsun yoksa soğanı mı?
Böylece soğan sınavının en ağır sorusu sorulmuş oldu…
Bizim soğan sever soğuk terler dökmeye başlar… Belki de hayatının en zor sınavına maruz kalmıştı… Moral bozuk, canı sıkkın… Sert bakışlarla soruyu soran arkadaşına dönüp sitemini dile getirir:
-Sen ne zalim bir dostmuşsun! Arkadaş arkadaşa bunu yapar mı? Şimdi beni iki mübarekten birini tercih etmek zorunda bırakıyorsun, be acımasız adam!
Evet, iki mübarek… Biri Peygamber, diğeri soğan… Ve iki mübarek arasında kalan, ecel terleri döken soğan sever arkadaş…
Şimdi diyebilirsiniz ki, sonuçta bu bir fıkradır, gülümser geçeriz…
Aslında bu bizim hikâyemiz… Ve bizim sınavımız… Tüm zamanların sınavı… Soğan sınavı…
Bakara suresini açıp bakabilirsiniz… İsrailoğulları Hz. Musa(as) ile neyin kavgasına durdular…
Sarımsak ve soğan sevdası değil miydi?
Her gün sunulan gök sofrasındaki kudret helvası ve bıldırcın etini teptiler, sarımsak ve soğan eylemi başlattılar…
Şunu demek istiyorlardı, Firavunun zulmü altında özgürlüğümüz olmasa da soğanımız vardı… Bizi bu çöle getirdin, soğansız ve sarmısaksız kaldık…
Onuru ve özgürlüğü, soğan ve sarımsağa takas ettiler…
Acaba bugün hangi soğanlarla, sevdalarla sınanmaktayız…
Acaba mübarek Peygamber ile aramıza giren ne gibi mübarekler edindik?.. Bugün ne de çok mübareklerimiz var… Neleri kutsuyoruz? Kimleri önceliyoruz… Veya hangi mübarekler arasında kaldık, bocalıyoruz?..
Çoğu zaman arada kalıyoruz ve bocalıyoruz… Tutarlı ve ilkeli bir tercihte bulunmayınca çözümü bu defa arazi olmakta buluyoruz…
Arada kalmışlık hali insanı huzursuz ediyor… Özellikle inancı ile yaşamı arasında bocalayanları bekleyen buhran ve bunalımı küçümsememek gerekir…
İkircikli ruh halleri zamanla iki kimlik arasında kimliksizleşme ve kişilik bozukluğunu da neden olabilir…
Arada kalmak gerçekten zor bir durumdur… Ne kimseye yaranabilir ne de yol alınabilir… İki tarafı idare etmeye çalışmak ise bir iradesizlik göstergesi de olabilir…
Ne yardan ne de serden vazgeçmemek, arada kalmak, bazen acziyet anlamına gelir…
‘’Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal’’ dedikçe yutkunmaya devam edersin… Ya da en iyisi sakalı da, bıyığı da kesip tükürükte serbest atişa geçersin…
İki arada bir derede kalmak, diğer bir boyutu ile sefersizlik demektir… Bir seçime gitmemek zamanla her seçimsizliği bir seçimmiş gibi görmeye başlar insan…
‘’Ne şiş yansın, ne kebap’’ modunda olanlardan bir iş çıkmayacağı malum…
Hem nalına hem mıhına vuranların kendi ayaklarına sıktıklarını görmeleri lazım…
Zaten Araftakilerden atılım ve açılım bekleyemeyiz…
Tarafını belli edememe, hep ‘acaba’larla boğuşanların bugüne kalacakları fazla bir şeyleri yok demektir… Bir de kimseyi üzmemek, kırmamak için herkese mavi boncuk dağıtmak ya da herkese ‘sen de haklısın’ demekle de kimseye yar olunmuyor…
Toplumsal görünümlerin altını kazıdığınızda psikolojik bunalımların arka planında bu türden kararsızlık ve tutarsızlıkların bulunduğu görülecektir…
Arada kaldıkça sıkışır ve sıkılırız… Kavgalarda daha çok arada kalanlar dayak yer…
Acaba en iyi çözüm görmezden gelmek, uzak durmak mı? Bu da silikleşmek ve sinmek değil midir?
Netleşmeden, nitelik kazanılmıyor… Rengimizi belli etmezsek doğal olarak flulaşırız…
Peki, nerede ve nasıl arada kaldık?
Hak’la halkın arasında kaldık… Halkın içinde Hak için olamadık…
Emellerimizle ecel arasında kaldık… Emellerimizi kısa tutup ecele hazırlanmadık…
Ömürle ölüm arasında Arafı yaşadık… Ömrü de, ölümü de Allah için kılamadık…
Fizikle metafiziğin mutabakatını sağlayamadık…
Hayatın gerçekleri ile İslam’ın değerlerini telif edemedik…
İdeal ile reel politiği rayına oturtamadık…
Ben bilinci ile biz ruhunu mezcedemedik…
Baktık ki aklımız ayrı yerde, duygularımız başka yerde…
Bedenle ruh, akılla kalp barışık değil…
Akide ile arzular arasında çırpınıp duruyoruz…
İhtiyaç ve ihtirasları hangi disipline tabi kılacağımızı kararlaştıramadık… Dolarla TL arasındaki dalgalanma herkesi vurdu…
Vicdanla cüzdan arasında sıkışıp kalmışız… Kulluğun kuralları ile piyasa koşullarını karıştırdık… İslami mesuliyet ile resmi mevzuatı tefrik edemedik…
Ya diktatörlük y da demokrasi kıskacında üçüncü yolu sunamadık…
Ahireti önceleyip dünyayı imar edemedik…
‘’Mevla mı, Leyla mı?’’ tercihte kaymalar oldu… Marketin çekim gücü mabedi mağdur kıldı…
Takva ile heva… Huşu ile hazlar… Burhanla buhran… Nur ile nar… Rahmanla şeytan arasında gel-gitler bir türlü bitmiyor…
Daha annesi ile eşi arasında kalmış evliler… Eşi ile evladı arasında kalmış anneler… Anne-baba kavgasında arada kalan çocuklar hep bedel ödüyorlar… Evlenmekle evlenmemek arasında bocalayan müzmin bekârlar… ‘’Ev hanımı mı iş kadını m ı?’’ ibre nereye kayıyor…
Fillerin kavgasında ayakaltı olan masumlar…
Bu ahval altında olması gereken, muhayyerlik ayetlerini yeniden okumaktır…
Allah ile aramızı iyi tutalım ki, arada kalmayalım…
Ayaklarımız kaymasın…
Zindanla zina arasında kalan Yusuf(as)’un tercihi zindandı… Çünkü zinayı tercih etmiş olsaydı, sarayda da olsa saray ona zindan olacaktı… ‘’O Allah’ın ihlaslı kullarındandı…’’
Hasılı kelam; iman bir tercihtir…