Anti-Dezenformasyon yasası üzerine
Bazıları “sansür
yasası” diyor.
“Sansür” ne
demek?
“Her türlü yayım ve yayının kamu otoritesi tarafından
önceden denetlenmesi, bu türden faaliyetlerin izne bağlı olması.”
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ndeki “sansür” tanımı şöyle:
“Her
türlü yayının, sinema ve tiyatro eserinin hükûmetçe önceden denetlenmesi işi,
sıkı denetim
Her türlü yayının, sinema ve
tiyatro eserinin yayınının ve gösterilmesinin izne bağlı olması, sıkı denetim.”
Her kavramı yerli yerinde kullanmak gerek.
Mesela, RTÜK
Sansürü’nden bahsedebilmeniz için, radyo
ve televizyon yayınlarının önceden “denetimden”
geçiyor olması lâzım.
RTÜK için “Sansür Üst
Kurulu” derseniz yanlış olur.
Yayının şikâyet üzerine ele alınmasına ve ceza verilmesine “sansür” denilemez.
Ceza haksız bulunabilir, televizyonun politik kararla
cezalandırılmak istendiği ve bunun hukuka,
basın özgürlüğüne aykırı olduğu söylenebilir.
Nitekim benim de bazı itirazlarım var; onca şikayete rağmen
bazı yuva yıkıcı, toplumun ruh sağlığını bozucu, şiddeti özendiren
yayınlara niçin müeyyide uygulanmıyor
mesela…
Bunları ben de sorguluyorum..
Lâkin, sansür başka bir şey.
Anti-Dezenformasyon Kanunu’na tepkilerin etkili olabilmesi için,
birilerinin “sansür” kavramına başvurmasını
da anormal karşılamıyorum doğrusu…
Politikacıların itirazlarına kuvvet kazandırabilmek için
konuyu abartmalarına, kavramları zeminlerinden kaydırmalarına alışığız.
Her kavram duruma göre kullanılabiliyor
maalesef…
Politika arenasının çekişen tarafları kavramların içini boşaltmak
için yarış ediyor adeta.
Politika böyle bir şey!
Anti Dezenformasyon Düzenlemesi’ne karşı çıkanların “özgürlükçü” görünümlü söylemlerine de
fazla itibar ediyor değilim…
“Özgürlük” de,
birçokları gibi duruma göre kullanmaya çok müsait bir kavram.
Bugün Anti-Dezenformasyon düzenlemesine “özgürlük” kavramına
öne sürerek karşı çıkanlar, 28 Şubat sürecinde, “Çocukların Kur’an eğitimi almasına karşı çıkmak din düşmanlığıdır!” dediğimiz
için üzerimize az gelmemişlerdi.
Onlar başörtüsü yasaklarını savunurken de, Anayasa’da,
kanunlarda yasak olmamasına rağmen “Her
yerin bir kuralı var, öyle başınıza buyruk hareket edemezsiniz, özgürlük
dediğiniz de bir yere kadar!” diyorlardı.
“Seçim atmosferine”
girdiğimiz bu süreçte, “geçmişte yanlış yapıldığını” kabul
eder gibi takılanların “arka
bahçelerindeki” sözde aydınlar da, “Ama
özgür olması gereken başörtüsüdür, türban değil! Zira türban siyasi simgedir!”
diyerek aslında milim kıpırdamadıklarını gösteriyorlar.
Maksadım konuyu 28 Şubat günlerine taşımak değil, bugün Anti -Dezenformasyon Kanunu’na karşı
çıkanların çok büyük bölümünün aslında “hak ve özgürlüklerden” yana olmadıklarını anlatabilmek.
Bana, “Bir gazeteci
olarak Anti-Dezenformasyon düzenlemesinin sizin de hareket alanınızı iyice kısıtlamasından
endişe etmiyor musunuz?” diye soranlar oluyor, tartışmalı maddeye işaret ederek.
Madde 29 yani.
Hatırlatalım:
“Sırf halk arasında
endişe korku veya panik yaratmak saikiyle ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu
düzeni ve genel sağlığıyla ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını
bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis
cezasıyla cezalandırılır. Failin suçu gerçek kimliğini gizleyerek veya bir
örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi halinde, birinci fıkraya göre verilen
ceza yarı oranında artırılır.”
Tekrar okuduk.
Soru neydi?
“Bir gazeteci olarak
Anti-Dezenformasyon düzenlemesinin sizin de hareket alanınızı iyice
kısıtlamasından endişe etmiyor musunuz?”
Cevap vereyim:
Elbette, yorum alanının iyice daraltılmasından ve boşlukların
mümkün olduğunca kapatılmasından yanayım.
Bununla birlikte…
Bir gazeteci olarak , gerçeğe
aykırı bir bilgiyi yazmamak, dile getirmemek ve yaymamak gibi
sorumluluklarım yok mu?
Sırf, halk arasında
korku ve panik meydana getirmek için yalan yanlış bilgileri yaymak sonuna kadar
serbest mi olmalı?
Bunları bir de kimlik
gizleyerek, “örgüt” faaliyetleri
çerçevesinde yapmak tamamen serbest mi olmalı
Diyelim ki, bir gazeteyi yönetiyorsunuz...
Kamuoyunda infial meydana getirme potansiyeli olan bir haberin
basılıp basılmamasına karar vereceksiniz…
Bu haberin doğru olup olmadığını araştırmak ve
sayfalarınızda doğru olduğuna kesin olarak kanaat getirdikten sonra yer vermek,
doğru olduğundan emin değilseniz böyle işlere hiç girmemek gibi bir sorumluluğunuz
yok mu?
Ya “yanlış”
haberden dolayı ortalık birbirine girerse…
Müessif olaylar meydana gelirse?
Bir gazete böyle yapamaz, yapmamalıdır değil mi?
Sosyal medya olunca durum değişiyor mu peki?
Başımdan geçen bir hadise:
Korkunç bir sosyal medya iftirası atıldı şahsıma.
Kaynak siteye dava açtım ve kazandım.
Bir belediye meclis üyesinin bundan haberi olmamış, araştırmadan
soruşturmadan o iddialarla bana saldırmış.
Telefon numarasını buldum.
“Ben Serdar Arseven!”
dedim.
Sonra da, söylemem gerekenleri teker teker söyledim.
Bin kez özür diledi, “Bilseydim
yapmazdım!” dedi.
“Biraz olsun
araştırsaydınız, hatta biraz olsun düşünebilseydiniz bu hataya düşmezdiniz?”
dedim.
“Haklısınız”dedi.
Paylaşımını sildi ama ondan alıntı yapanlar olmuş, onların
hepsine teker teker ulaşıp düzeltemez ki işlediği haltı.
Neyse…
Bundan sonra böyle şeyler yapmayacağına, paylaşmadan önce iyice araştıracağına dair
sözler verdi.
Paylaşımını sildi.
Dâvâ açmadım.
*
O şahıs bu yanlışı kendi ismi ve soyadıyla yaptı. Bir de “yumurta” hesaplarla, “rumuz”larla saldıranlar var.
İftira atanlar var, terör estirenler var.
Toplumdaki sinir uçlarına yalan yanlış iddialarla
dokunanlar, kesimleri birbirine
düşürmeye çalışanlar var.
Bunların çoğunun organize faaliyetler olduğunu biliyoruz…
Organize ve terörize…
Bunlara karşı ne yapmak gerek?
Hiçbir şey yapmamak mı?
Efendim, onlara karşı düzenlemeler zaten mevcut Ceza
Kanunu’nda var…
E, varsa, itirazın
sebebi ne?
“Yapılan işin faydası
da zararı da yok!” mu deniyor yani?
Düzenlemede sosyal medyanın özelliklerine dair birçok husus
var.
Yapılan iş “boşuna” değil yani…
Bir şeyler yapılmalı da, nasıl?
*
Anti Dezenformasyon Düzenlemesi’ne tepki için arayan hukukçu dostlardan biri, “sosyal medya terörüne karşı bir düzenleme
yapılmasının şart olduğunu ancak bu şekilde yapılmaması gerektiğini”
söyleyince….
“Peki o zaman, siz
savcı ya da hakime yorum alanı açmayan bir madde yazın ve gönderin. Onun
üzerinde tartışalım” dedim
Epey vakit oldu, ses seda yok!..
Kanun geldi geçti, ses seda yok!
*
Neyin yapılmaması gerektiğini söyleyen çok da…
“Ne yapmalı”nın
cevabı yok.
“Bırak dağınık
kalsın” da cevap mı yani?
“İstemezük”ten
başka teklifi olanları dinlemeye hazırım.
AMASRA’DA YÜREK
YANGINI
Amasra’daki maden faciası yüreğimize bir büyük ateş daha
düşürdü.
Vefat eden kardeşlerimize Allah’tan rahmet, kederli
ailelerine sabır diliyorum.
Rabbim yaralılarımıza şifa versin.