Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

​Anlamaya çalışmak

Hayat karmaşıklaştıkça istikamet de belirginliğini yitiriyor. Araçların sayısı arttıkça hayatın amacı önce uzaklaşıyor, sonra büsbütün görünmez oluyor. Dolambaçlı yollar her zaman menzile geç vardırır. İnişli çıkışlı hayatlar her zaman insanı daha çok yorar. Keyifli olmasa bile düz bir yolda gitmek, daima daha güven vericidir. Tali yolların sayısı ne kadar fazlaysa ana yoldan çıkma ihtimali o denli artar. Sözün bu noktasında sorulacak asıl soru şudur: Hayatı boyunca belirlediği hedefe hiç yalpalamadan varan kaç kişi vardır? Karakterini oluşturduğu, kendine ait bir iç evren kurduğu andan itibaren sağa sola sapmadan, geri adım atsa bile yolunu değiştirmeden ilerleyen ve yolculuğunu daha baştan, en başından belirlediği noktada sonlandıran kaç kişi vardır? Kısa süreliğine de olsa kaç kişinin yüzü, nefret ettiklerinin yüzüne benzememiştir?

Başkalarıyla girilen bir imtihan gibi görünse de hayat en çok insanı kendiyle sınıyor. Ne kadar büyük bir ego inşa etse de defalarca kendini inkar etmek insana mahsus. Şahsen ben, ilk gençlik yıllarımdan başlayarak iç dünyamda oluşturduğum kusursuz teorinin pratiğini bırakın bir ömür sürdürmeyi, defalarca çiğneyerek olmasını istediğim yönün tam tersine sayısız kere gitmiş, aynı yere dönmüş olsam bile onda ciddi revizyonlar yapmak zorunda kalmışımdır. Sadece inanç, ahlak, dünya görüşü bakımından değil, psikolojik olarak bile belirlediğin teorinin mutlak pratiklerini gerçekleştiremiyor insan. Belki bir zamanlar, araçlar ile amaçlar yan yana dururken, orada, o şekil görüntü alanında kendilerini gösterirken istikrarlı olmak biraz daha kolaydı. Ancak günümüzde kendine verdiğin sözün arkasında durmak, kendini inşa ettiğin şekilde muhafaza etmek o kadar zor ki! Hangi resmimiz birbirine benziyor?

Kitlesel aklın sıklıkla kullandığı bir tabir var: Kınadığı şey, başına gelmeden ölmez insan. Eleştirdiğin her ne varsa, bir gün mutlaka o oluyorsun, bunu defalarca deneyimledim. Başlangıçta, bir hayat için belirlediğin ilkeler ile uzak durmayı vaat ettiklerin arasındaki gelgitler, bir vakit sonra birbirine o kadar karışıyor ki aynanın karşısına geçtiğinde senin sen olduğundan bile şüphe ediyorsun. Bir zamanlar tahfif ettilerin, bir zaman sonra yüce bir değer gibi görünüyor. Bir zamanlar uzak durulması gerektiğini söylediklerinin, bir zaman sonra bağımlısı oluyorsun. Beğenilerin bile zamanın oyuncağı oluyor. Acılı yerken ekşiliye, sıcak severken soğuk olanlara yönelebiliyorsun. En sevdiğin rengi bile değiştiriyor zaman. Beyaz, diyorsun belki başlangıçta, sonra o maviye, belki daha sonra turuncuya dönüşüyor. İnsan sevmediği her rengi katletseydi bugüne kaç renk ulaşabilirdi ki?

Bütün bunların insana, sana söylediği bir şey var: Yakın durdukların bir gün uzaklaşabileceği için uzakta olanların kusurunu hoş gör. Sevdiklerin düşman, düşmanların sevdiklerine dönüşebileceği için sevdiklerini de düşman addettiklerini de yargılamaya değil anlamaya çalış. Onlar, karşında olanlar, orada duranlar neden karşında ve oradalar? Bunu mutlaka sormak gerekiyor. Kendini biteviye başkalarının yerine koymak, hayata biraz da onları pencelerinden bakmak gerekiyor. Kendini kendin olarak görmeyi sürdür ama bazen de onların gözüyle bak yüzüne, karakterine, davranışlarına. Belki gerçekten de sen ne senin gözünle gördüklerinden ne de onların gözleriyle gördüklerinden ibaret değilsin, bu ikisinin ortasında bir yerde durmaktasın. Başkalarının varlığı, er ya da geç, toleransı öğretiyor insana. Çünkü gerçekten de hayat mutlak çelişkisizlikten ibaret olsa, mutlak dünya görüşünden, mutlak zevkten ibaret olsa dünya şu ankine göre çok daha tekdüze, çok daha sevimsiz, çok daha yorucu bir yer olurdu. Hatalarımızın, kusurlarımızın, eksiklerimizin bıraktığı boşluktan yeşeriyor ayrıntılar ve gezegenimizi ötekilerden daha yaşanılır kılan tam da bu. Bir insanı ötekinden farklı kılan da… Bir düşünceyi, bir anlayışı, bir zevki tahammül edilebilir, hatta sevimli kılan da…

Geceyle gündüz arasındaki ışık farkı bize toleransı fısıldıyor. Renkleri birbirinden ayıran çizgi, şekiller arasındaki sınırlar, hatta anatomiler, tenler arasındaki farklar da buna çağırıyor bizi. Daha çok sevdiğimiz bir renk olsun, elbette olsun. Birini ötekinden daha çok sevelim, elbette sevelim. Ama birini severken ötekinden niye nefret edelim ki? Birini tercih, ötekileri topyekun yargılamayı neden beraberinde getirsin ki? Üstelik biri olmadan ötekini net görme şansımız yokken? Biri olunca ötekini çok daha berrak, çok daha parlak görme imkanına sahipken toleransın yeriyle kinin yerini neden değiştirelim? Ancak acizler anlamak varken yargılamaya çabalar.

Bize hayatı yekpare sunan, tek boyutlu gösteren bütün tarihler yalan söylüyor. Bize, bizim inandığımız dışındaki inanma biçimlerinin hepsini çöpe atmayı buyuran her türden yaklaşım zarar veriyor. Sadece bizim bedenimiz, sadece bizim ruhumuz, sadece bizim inançlarımız, sadece bizim hayata bakma biçimlerimiz, sadece bizim tercihlerimiz önemlidir ve geriye kalanların hepsi yok edilmelidir diyen söylemlerin hepsi hayatı katletmeye aday. Biz hepsi ve her şey değiliz. Elbette bir kimlik inşa edecek, hayata oradan bakacağız. Bedenimizi ayakta tutan omurga gibi inançlarımız da zihin dünyamızı ayakta tutacak ve hayata oradan anlam vereceğiz. Fakat bu hiçbir zaman her baktığımızda sadece kendimizi görmemiz manasına gelmiyor, gelmemeli. Bütün bunlara rağmen, toleransın tek bir istisnası vardır: Bulunduğu her yerde yok edilmesi, başı ezilmesi gereken kötülük. Yok etmeye dair olduğu, yola yok etmek için çıktığından tolerans sadece kötülüğe rıza göstermez ve ona karşı kaskatı kesilir. Toleransı sulandırarak onu yok eden de bizatihi kötülüğün kendisi değil mi? Anlamaya çalışmak, yargılamaktan her zaman daha iyidir.