Anlamadan ölmemeli İnsan
“Dünyayı kaybetmiş olan kendi dünyasını kazanır” diyordu Nietzsche. Kendi dünyasını yeniden inşa diyelim biz buna. Son günlerde hemen her şeyimizi sokaklarda bırakarak alelacele eve kapandık.
Buna gözle görülemeyecek kadar küçük bir virüs neden oldu.
1995 yapımı Smoke (Duman) filmini izleyenler bilir. Bu köşede de yazmıştım. Yeri geldiği için filmi tekrar hatırlatayım.
Aynı yere ait dört binden fazla resim çekerek albüm yapan kahramanımız, emeğini dostuna göstermek istiyordu.
Dostu; “Bu inanılmaz bir şey” der. “Hep aynı resimler.” Ve albümü hızla çevirmeye başlar. Kahramanımız tam o sırada; “Yavaşlamalısın” der. “Yavaşlamazsan anlayamazsın. Resimlere bakmıyorsun bile çok hızlı geçiyorsun.”
“Ama hep aynı resimler… “
“Hayır, öyle değil. Aynı ama her biri farklı bir güne ait. Güneşli sabahların olur, karanlık sabahların olur. Yaz güneşi ve güz güneşi vardır. Hafta içi günlerin vardır hafta sonları günlerin vardır. Bazen paltolu bazen galoşlu bazen gömlekli ve şortlu insanlar görürsün. Bazen aynı insanlar bazen farklı olanları… Bazen o başkaları sana tanıdık gelmeye başlar. Ve tanıdıkların kaybolur. Dünya güneşin etrafında döner ve her gün güneş ışığı dünyaya farklı bir açıdan vurur. Yavaşla…
Zaman bazen aheste akar.”
***
Biz de eve kapanmadan hemen önce çok hızlı geçiyorduk hayatın üzerinden. Atlayarak, zıplayarak, koşarak, kızarak, hırsla, ezerek, kavga ederek ama hep telaşlı... Bir yerlere yetişecekmiş gibi hep aceleci.
Var olmanın şaşkınlığını bir türlü üzerinden atamayan insanoğlu, makine gürültülerinin arasında çırpındıkça çırpınıyordu.
Trafikte, vapurda, meydanlarda, marketlerde programlanmış robotlar gibi birbirimize çarpa çarpa yol alıyorduk. Aynı zamanda tuhaf bir hissizlik ve felç haliydi bu.
Egzistansiyalizm-Varoluşçuluk akımının önde gelen temsilcilerinden, Karl Jarpes, “Ağır hastalıklar, salgınlar, ölüm tehdidi ve korkusu gibi bilimin mani olamadığı durumlarda -buna sınır durum demektedir- insan, varoluşu bir başarısızlık olarak yaşar” diyor.
Yani kafasını duvara çarpan kişi dehşet duygusu içinde durumunu sorgular. İnsan ancak bu durumlarda benliğini tahlil eder.
Bernard Le Bovier de Fontenelle ünlü eseri “Ölülerin Diyalogları”nda birçok tarihi karakteri karşı karşıya getirerek konuşturur.
Burada Sokrat ve Montaigne’nin diyalogu ilginçtir. Sokrat soruyor; “Dünya ne âlemdedir? Değişmiştir değil mi?”
Montaigne; “ Aşırı değişti, onu tanıyamazsınız.”
“Onun benim zamanımdan daha iyi ve akıllı olacağını ümit ediyordum.” “Yanılıyorsunuz” der
Montaigne. “Her zamankinden daha bozuk ve çılgın.”
“Yani insanlar eski zamanın çılgınlıklarını terk etmediler mi? Zannetmiştim ki insanlar eski hatalardan ders çıkarır ve senelerin tecrübesinden istifade ederler” dedi Sokrat.
Bunun üzerine Montagnie insanları aynı kapanla avlanan aynı cinsten milyonlarca kuşa benzeterek diyalogu devam ettirir.
Diyor ki insanlık her geçen gün faziletli bir yaşam sürmek yerine daha bir körleşti ve bilinç kayması yaşadı.
***
Bugün birden boşalan şehirler, şehir hatları, yollar, marketler, sokaklar ve tüm insanların kendini eve hapsetmesi. Bu görülmüş bir şey değil.
Mademki kendimizi kapattık. Mademki dünya yavaşladı ve hızımızı düşürdük. O halde kendi içimize doğru seyahat edebilme şansını da yakaladık demektir.
Anlamadan ölmemeli insan, kendini ziyan etmemeli. Dünyanın da bir ana rahmi olduğunu unutmadan kendi onurunu, duruluğunu ve güzelliğini tahayyül etmeli. Makine dişlileri içerisine sıkıştırılmış ideolojilerden arınıp kendini bağnazlıktan kurtarmalı.
Mesela Country of My Skull filminde olduğu gibi bir vicdan mahkemesi kurabiliriz kendi aramızda. Bu ülkede yaşayan her kesimden vicdan sahibi insanlarla yapabiliriz bunu. Her düşünceden, mezhepten, ırktan, dinden, felsefi düşünceden insanlar olabilir. Herkes hatasıyla yüzleşip bir diğerinin vicdanına seslenebilir. Tam da bu bugünlerde... Bu sefer ıskalamadan, duvarları atlamadan, sayfaları hızlıca çevirmeden yavaşlayarak içe dönük sahici bir
arayış ve kavrayışla yapalım bunu.
Sahi, bu olgunluğu gösterebilir miyiz?