Dolar (USD)
35.19
Euro (EUR)
36.70
Gram Altın
2968.71
BIST 100
9945.05
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Anlam sorunu yok mu?

Geçen yazımda dinin varoluşsal bir imkan sunduğunu, içinde yaşadığımız post/modern dünyanın insan krizine referanslarla anlatmıştım. Yazıya kimi itirazlar, anlam sorununun entelektüellerin problemi olduğunu söylemekte; genel kitle için böyle bir problemden bahsedilemeyeceğini belirtmektedirler.

Öncelikle entelektüellerin bu tür problemleri daha önce görme yeteneklerinin fazla olduğunu söylemeliyiz. Bu, entelektüellerin her şeyi bilen, kahin olduğunu göstermez. Ancak toplumu iyi okuyabilirseniz, geleceğe doğru da projeksiyon geliştirebilirsiniz. Zira hangi tür teori ve pratiklerin nereye gideceğini, ne gibi sonuçlar doğuracağını tahmin etmek mümkündür.

Diğer yandan modernleşme serüveninde Batı dışı toplumlar bazı deneyimleri daha geç tarihsellikler biçiminde yaşamaktadır. Hiç şüphesiz, bununla Batı’nın modernleşme tecrübesini Batı dışı toplumların birebir deneyimleyeceğini; dolayısıyla ilerlemeye uygun tarihsellikler yaşayacağımızı iddia ediyor değilim. Ancak sorunlarımızın ve yaşadığımız deneyimlerin referansı yolun niteliklerini de giderek sarahate kavuşturmaktadır. Habermas, Almanya gibi bir ülkede ve Batı’da anlam sorununu işaretlerken, misdakı olmayan bir teori ortaya atıyor değildir.

Giderek anlam krizi ve varoluşsal sorunun derinleştiğini hatta derinleşeceğini (Müslüman ülkeler de dahil) görüyoruz. Bunun temel sebebi, ontolojik ve epistemolojik bağlamda varlıklar yerinde durmuyor. Öyle ki, Tanrı, insan, tabiat, eşyalar ait oldukları yerden başka yerde durmaktadırlar. Descartes’tan itibaren insan Tanrı’nın yerine ikame olmaya çalıştıkça, Tanrı’nın yarattığı ve anlamını belirttiği eşyanın anlamlarını değiştirmeye yönelik teşebbüsler arttı. Şimdi insanlar bir göz kayması durumunu yaşıyorlar; yani hiçbir şeyi yerli yerinde görmüyorlar ve gördükleri şeyi oraya ait zannediyorlar.

Baudrillard, “herşey genetik olarak değiştirilecek, böylece insan türünün biyolojik ve demokratik mükemmeliyeti sağlanacak(https://arsiv.ntv.com.tr/news/130583.asp. Mül. Romain Leick, Çev. Dilek Zaptçıoğlu) derken buna işaret etmektedir. Şimdi insanların gördükleri şeyi gerçek zannetmesi, “değişmiş şey”leri “şeylerin hakikati” olarak görmesi tamamen bir yanılsamadan ibarettir. Anlam sorunu da buradan başlamaktadır.

İnsan kitleleri bu sorunları belki felsefi düzlemde düşünmez ve konuşmazlar. Fakat onlara bu kriz gündelik hayatın alt başlıklarında kendisini gösterir. Habermas, anlam sorunuyla bağlantılı olarak dayanışmanın gittikçe azaldığına dikkat çekmektedir. Dayanışma azaldıkça toplumu toplum yapan koşulların zayıfladığı, hayatla başaçıkabilme kapasitesinin azaldığını görmek mümkündür. Bu, basit bir mesele değildir. Durkheim, kendisi bir ateist olmasına rağmen dinin dayanışma konusundaki yüksek işlevselliğini görebilmiştir. Tanrı’nın gerçek konumundan kaydığı ya da kaybedildiği dünya, insan için yalnızlıktan ibarettir. Çünkü gelinen yer bize göstermiştir ki, insanın dünya hayatına yetecek Tanrı gibi bir merhameti yoktur.

Buna ilaveten Tanrı’nın konumunu kaybettiği bir ortamda insan giderek yönsemelerini şaşırmaktadır. Müslüman toplumlarda siyasal, sosyal bağlamda yaşanan deneyimsel başarısızlıklar, gerek dinle ilişkiler gerekse varoluşsal sorunlar hakkında yeni arayışları başlatmıştır. Bu, bir boyutuyla müslümanların İslam konusundaki yanlış bilinçleri ve buna yönelik deneyimler, diğer yandan dünya ölçeğinde giderek artan varoluş ve anlam sorunlarının derinleşmesi ile kendisini göstermektedir.

Yolda giderken hala bazı ağır kazalardan korunarak yolumuza devam ediyorsak, bunun en önemli sebebi tarihin derinliklerinden bugüne kadar gelen bir takım zihinsel kodlarımızdır. Fakat tarihsel formları yeni durumlara sundukça, onların açıklama yapma yetenekleri azaldıkça, bu durum önümüze bir anlam krizi olarak çıkmakta ve derinleşmektedir.