Dolar (USD)
32.42
Euro (EUR)
34.29
Gram Altın
2492.64
BIST 100
9693.46
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

22 Aralık 2021

Ankara'da yaşamak

Hayatı buzlu bir camın gerisinden seyretmek gibi... Fiziksel soğukluk bakışlara da yansıyor. Anlamaya değil yargılamaya ayarlanmış sayısız gözün arasından geçerek varıyorsunuz ulaşmanız gereken yere. Yabancılaşmayı artıran, kötülükleri çoğaltan bir şey var bu şehirde, bütün güzel şeyleri donduran, bulunduğu yere kilitleyen tanımsız bir şey… Salgından önce de maskeliydi yüzler, salgın esnasında ve salgından sonra da öyle olacak. Sanki şehrin daha girişinde ruhlara saflığı, güzelliği, tazeliği unutturan bir esvap giydiriliyor ve başkaları hatırlatana kadar o orada, öylece kalıyor. Bayatlığın tazeliği, yapaylığın doğallığı, resmiyetin içtenliği katlettiği gri bir nefes dolaşıyor gün boyu kentin üzerinde.

Zaman insandan ve ona ait değerlerden hızlı koşuyor burada. Kalabalıklar sadece bedenin enerjisini emmiyor, ona çarpan ve kimi içine yerleşen her şeyi de bir köşeye atıp orada paslanmaya bırakıyor. Koşturmacadan, bir şeyleri yakalama telaşından düşünmeye vakit kalmadığı için eylem her zaman düşüncenin önünde koşuyor. Eylem düşüncenin canına okuduğu için buraya felsefe asla giremez. Düşünmeye vakit kalmadığından yorgun gövdeler zarif ihanet stratejileri üretiyor. Düşünce daraldıkça ihanetin işlev alanı genişliyor. Günlerin biri bitmeden öteki başladığı için insan bu zaman sahnesinin sadece oyuncağı. Şöyle diyorlar: Yaa Pazar demek? Öyle mi, Cuma mı gelmiş, ne çabuk? Pazartesi korkuları Cuma yorgunluklarıyla birleşince ortaya içinden iradesi çekilmiş edilgin kımıltılar kalıyor. Birbirine zamkla yapıştırılmış kartondan kolajlara benziyor geride kalan her şey. İleride olansa… İleri var mı ki? Görüşü engelleyen devasa binalar gibi metrekareye düşen bedenler ve birbirinin üzerine çullanmış hırslar da nefes almayı imkansız hale getiriyor.

Ankara’da “ileri” ancak sabah uyanınca fark ettiğiniz bir şey. Geceden öteki günü planlayacak iradeyi kalabalıkların ateşlediği fiziksel yorgunluk çoktan pörsütmüştür. Üstelik ne kadar erken gitmeye gayret gösterirseniz gösterin yatağa girdiğinizde bir şey sizi –mutlaka sabahın erinde uyanma korkusu- uykuya dalmaktan alı koyar. Sabah size gelmez, siz ona yakalanırsınız. Daha gün ağarırken telefonun zili çalar. Ne çabuk, dersiniz içinizden, ne çabuk oldu sabah ve o çabukluğun ezik nesnesi olmak için kalkarsınız. Aceleyle, ayaküstü ve ne olduğu belirsiz bir kahvaltının ardından karanlığa karışırsınız. Farları gözünüzden beyninize ulaşan sayısız araba çoktan yollardadır. Birkaç öfkeli söz, bir iki fısıltılı küfürle canınızı kurtarıp iş mahalline vardıysanız sizden iyisi yok. İşler her yerdeki gibi, bütün şehirlerdeki gibidir. Öğle arası ise öyle değil. Birkaç arkadaş, geniş caddelerde, nefes alabileceğiniz bir mekana yürüyerek gidip şamatalı yemeğin ardından çay, kahve sohbetleri tarihe karışmıştır. Burada o yoktur. Burada olsa olsa ofisinize gelen standart kıvamlı, lezzeti alınmış veya getirilirken yolda soğumuş yemekler ya da belki kahvaltıda olduğu gibi ayaküstü atıştırmaya müsait fastfood tarzı atıştırmalıklar hatta belki de caddenizin ofisinize en yakın lokantasına mahkumiyetler vardır. Yemek yemenin tadına varmak şöyle dursun, midenize kazık gibi inen ağırlıklarla uğraşırsınız bütün bir öğle sonu. Ve telaş başlar, 5 trafiği cehennem azabı gibidir. İçine gönüllü girdiği tabutlarda binlerce insan sıraya dizilmiştir. Tabutunu kendi taşıyan insanlar, bir an önce eve (ruhlarının ağrıdan uzak mezarlarına) varmak için zikzaklar çizer, sağ sol demeden bir arabalık öncelik için kan ter içinde kalır. Eve kazasız belasız varanlar, yolda geçirdikleri iki saatlik yorgunluğu ancak iki saatte üzerinden atabilir. Bu arada üst baş değiştirilecek, yemek hazırlanacak, ocağa çay konacak vs.

Ankara’da günlerin geçişi gibi haftaların, ayların ve hatta mevsimlerin geçişini bile fark edemezsiniz. Bütün mevsimler orada, dışarıda durur. İçine girmeye cesaret ettiğiniz hiçbir mevsim kendine özgü vasıflarını sayıp dökmez, ayaklarınızın altına sermez. Mevsimler Ankara’nın kalın gövdesine çarpar, yön değiştirir ve sınırlarına girmeden başka mekanlara akar. Hiçbir mevsim Ankara’yı sevmez. Bundan dolayıdır ki her mevsim Ankara’ya yongasını –hem de bir lütuf gibi- bırakır, yoluna devam eder, sevdiği ve sevildiği mekanlara uçar.

Ve insanlar, yüzlerinden kanları çekilmişçesine soluk bakarlar adama. Solgun ateştir hepsi. Yanma pahasına bile olsa ışık salmak için gelip yerleşmiş, harı çoktan kaybolduğu halde kendini yanardağ sanan mum ışıkları ne de acınacak haldeler. İçlerindeki yaşama sevinci bir daha gelmemek üzere çoktan buharlaşmıştır. Herkes gergindir. Her bedenin içinde fokurtuyla kaynayan, kim bilir ne zaman, nasıl, kimin üstüne püskürtülecek bir öfke muhatabını aramaktadır. Duru, uykusunu almış, kendiyle barışık, içindeki enerjiyi dışarıyla buluşturmak için sokağa çıkmış neredeyse tek bir yüzle karşılaşmazsınız. Sebepsiz selam da hesapsız tebessüm de yoktur. Böyle bir yüzle karşılaştıysanız bilin ki dışarıdan gelmiştir, yabancıdır, buraya ait değildir. Şehrin havasını henüz teneffüs etmemiş, şehrin içine girmemiş, yorgun/somurtuk/her an patlamaya hazır bir kütleyle karşılaşmamıştır. Dolayısıyla Ankara’da sevimli bir yüzle karşılaşma ihtimaliniz çölde deniz bulmaktan daha düşüktür.

Ankara’da her sabah bir pazartesi sendromu, her akşam bir Cuma yenilgisidir. Ankara’da yaşamak, yaşıyormuş gibi yaşamak ve hatta yaşamamak demektir. Ankara hayatın katledildiği yerdir; duyguların soldurulduğu, heveslerin kırıldığı, düşüncenin kötürümleştirildiği, ilişkilerin zehirlendiği, ömürlerin rehin verildiği ve orada unutulduğu bir kentten ne beklenebilir? Böyledir, evet tam olarak böyle ama yine de burada cehennem tutanakçısı milyonlarca insan yaşıyor. Tevekkeli değil, Dante’nin İlahi Komedyası’nın en çarpıcı sahneleri Cehennem adlı bölümdedir ve acının rengi her zaman daha derinlerden beslenir.