Ankara'da yaşamak
Hayatı buzlu bir camın gerisinden seyretmek gibi... Fiziksel soğukluk bakışlara da yansıyor. Anlamaya değil yargılamaya ayarlanmış sayısız gözün arasından geçerek varıyorsunuz ulaşmanız gereken yere. Yabancılaşmayı artıran, kötülükleri çoğaltan bir şey var bu şehirde, bütün güzel şeyleri donduran, bulunduğu yere kilitleyen tanımsız bir şey… Salgından önce de maskeliydi yüzler, salgın esnasında ve salgından sonra da öyle olacak. Sanki şehrin daha girişinde ruhlara saflığı, güzelliği, tazeliği unutturan bir esvap giydiriliyor ve başkaları hatırlatana kadar o orada, öylece kalıyor. Bayatlığın tazeliği, yapaylığın doğallığı, resmiyetin içtenliği katlettiği gri bir nefes dolaşıyor gün boyu kentin üzerinde.
Zaman insandan ve ona ait değerlerden hızlı koşuyor burada. Kalabalıklar
sadece bedenin enerjisini emmiyor, ona çarpan ve kimi içine yerleşen her şeyi
de bir köşeye atıp orada paslanmaya bırakıyor. Koşturmacadan, bir şeyleri
yakalama telaşından düşünmeye vakit kalmadığı için eylem her zaman düşüncenin
önünde koşuyor. Eylem düşüncenin canına okuduğu için buraya felsefe asla
giremez. Düşünmeye vakit kalmadığından yorgun gövdeler zarif ihanet
stratejileri üretiyor. Düşünce daraldıkça ihanetin işlev alanı genişliyor. Günlerin
biri bitmeden öteki başladığı için insan bu zaman sahnesinin sadece oyuncağı.
Şöyle diyorlar: Yaa Pazar demek? Öyle mi, Cuma mı gelmiş, ne çabuk? Pazartesi
korkuları Cuma yorgunluklarıyla birleşince ortaya içinden iradesi çekilmiş
edilgin kımıltılar kalıyor. Birbirine zamkla yapıştırılmış kartondan kolajlara
benziyor geride kalan her şey. İleride olansa… İleri var mı ki? Görüşü
engelleyen devasa binalar gibi metrekareye düşen bedenler ve birbirinin üzerine
çullanmış hırslar da nefes almayı imkansız hale getiriyor.
Ankara’da “ileri” ancak sabah uyanınca fark ettiğiniz bir şey. Geceden
öteki günü planlayacak iradeyi kalabalıkların ateşlediği fiziksel yorgunluk
çoktan pörsütmüştür. Üstelik ne kadar erken gitmeye gayret gösterirseniz
gösterin yatağa girdiğinizde bir şey sizi –mutlaka sabahın erinde uyanma
korkusu- uykuya dalmaktan alı koyar. Sabah size gelmez, siz ona yakalanırsınız.
Daha gün ağarırken telefonun zili çalar. Ne çabuk, dersiniz içinizden, ne çabuk
oldu sabah ve o çabukluğun ezik nesnesi olmak için kalkarsınız. Aceleyle, ayaküstü
ve ne olduğu belirsiz bir kahvaltının ardından karanlığa karışırsınız. Farları
gözünüzden beyninize ulaşan sayısız araba çoktan yollardadır. Birkaç öfkeli
söz, bir iki fısıltılı küfürle canınızı kurtarıp iş mahalline vardıysanız
sizden iyisi yok. İşler her yerdeki gibi, bütün şehirlerdeki gibidir. Öğle
arası ise öyle değil. Birkaç arkadaş, geniş caddelerde, nefes alabileceğiniz
bir mekana yürüyerek gidip şamatalı yemeğin ardından çay, kahve sohbetleri
tarihe karışmıştır. Burada o yoktur. Burada olsa olsa ofisinize gelen standart
kıvamlı, lezzeti alınmış veya getirilirken yolda soğumuş yemekler ya da belki
kahvaltıda olduğu gibi ayaküstü atıştırmaya müsait fastfood tarzı
atıştırmalıklar hatta belki de caddenizin ofisinize en yakın lokantasına
mahkumiyetler vardır. Yemek yemenin tadına varmak şöyle dursun, midenize kazık
gibi inen ağırlıklarla uğraşırsınız bütün bir öğle sonu. Ve telaş başlar, 5
trafiği cehennem azabı gibidir. İçine gönüllü girdiği tabutlarda binlerce insan
sıraya dizilmiştir. Tabutunu kendi taşıyan insanlar, bir an önce eve
(ruhlarının ağrıdan uzak mezarlarına) varmak için zikzaklar çizer, sağ sol
demeden bir arabalık öncelik için kan ter içinde kalır. Eve kazasız belasız
varanlar, yolda geçirdikleri iki saatlik yorgunluğu ancak iki saatte üzerinden atabilir.
Bu arada üst baş değiştirilecek, yemek hazırlanacak, ocağa çay konacak vs.
Ankara’da günlerin geçişi gibi haftaların, ayların ve hatta mevsimlerin
geçişini bile fark edemezsiniz. Bütün mevsimler orada, dışarıda durur. İçine
girmeye cesaret ettiğiniz hiçbir mevsim kendine özgü vasıflarını sayıp dökmez,
ayaklarınızın altına sermez. Mevsimler Ankara’nın kalın gövdesine çarpar, yön
değiştirir ve sınırlarına girmeden başka mekanlara akar. Hiçbir mevsim
Ankara’yı sevmez. Bundan dolayıdır ki her mevsim Ankara’ya yongasını –hem de
bir lütuf gibi- bırakır, yoluna devam eder, sevdiği ve sevildiği mekanlara
uçar.
Ve insanlar, yüzlerinden kanları çekilmişçesine soluk bakarlar adama.
Solgun ateştir hepsi. Yanma pahasına bile olsa ışık salmak için gelip yerleşmiş,
harı çoktan kaybolduğu halde kendini yanardağ sanan mum ışıkları ne de acınacak
haldeler. İçlerindeki yaşama sevinci bir daha gelmemek üzere çoktan
buharlaşmıştır. Herkes gergindir. Her bedenin içinde fokurtuyla kaynayan, kim
bilir ne zaman, nasıl, kimin üstüne püskürtülecek bir öfke muhatabını
aramaktadır. Duru, uykusunu almış, kendiyle barışık, içindeki enerjiyi
dışarıyla buluşturmak için sokağa çıkmış neredeyse tek bir yüzle
karşılaşmazsınız. Sebepsiz selam da hesapsız tebessüm de yoktur. Böyle bir
yüzle karşılaştıysanız bilin ki dışarıdan gelmiştir, yabancıdır, buraya ait
değildir. Şehrin havasını henüz teneffüs etmemiş, şehrin içine girmemiş,
yorgun/somurtuk/her an patlamaya hazır bir kütleyle karşılaşmamıştır.
Dolayısıyla Ankara’da sevimli bir yüzle karşılaşma ihtimaliniz çölde deniz
bulmaktan daha düşüktür.
Ankara’da her sabah bir pazartesi sendromu, her akşam bir Cuma
yenilgisidir. Ankara’da yaşamak, yaşıyormuş gibi yaşamak ve hatta yaşamamak
demektir. Ankara hayatın katledildiği yerdir; duyguların soldurulduğu,
heveslerin kırıldığı, düşüncenin kötürümleştirildiği, ilişkilerin zehirlendiği,
ömürlerin rehin verildiği ve orada unutulduğu bir kentten ne beklenebilir? Böyledir,
evet tam olarak böyle ama yine de burada cehennem tutanakçısı milyonlarca insan
yaşıyor. Tevekkeli değil, Dante’nin İlahi
Komedyası’nın en çarpıcı sahneleri Cehennem adlı bölümdedir ve acının rengi
her zaman daha derinlerden beslenir.