Anayasa için sorumluluk alma vakti
18. yüzyılda Fransa'da Rousseau, İskoçya'da Hume, Almanya'da Kant, ABD'de Paine ve Jefferson tarafından temsil edilen Aydınlanma, tüm insanların eşit doğduğu ve yurttaşlar olarak belli haklardan yararlanmaları gerektiği fikri üzerine yürüyordu.
Bunlardan Kant, Platon’un totaliter ütopyası yerine insanların sadece kendi koydukları ya da onay verdikleri yasalara itaat ettikleri takdirde özgür olacakları düşüncesini savunuyordu.
Yani hem politik alanda hem de ahlak alanında kişinin kendisinin koyduğu ya da onay verdiği yasalara uyması onun özgür olmasını sağlar.
Kısacası filozof, devletlerin herkesin haklarını koruyacak biçimde bir anayasa yapmasını öneriyordu.
Bu satırları yazarken gözlerimin önüne 1876 tarihli Kânûn-ı Esâsî’nin 5. Maddesi geldi.” Zatı hazireti Padişahinin nefsi hümayunu mukaddes ve gayri mesuldür.”
Bu cümle 1921 Anayasası’nda “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir” olarak yerini buldu. Milletin tercihlerinin esas alındığı bir anlayışın hayat bulduğu çok ciddi bir paradigma değişikliğidir bu.
Ve hakikaten çok önemlidir.
Sonra bir acayip batılılaşma serüveni ve Atatürk’ün ölümünden sonra ortaya çıkan tekçi, darbeci, baskıcı, ötekileştirici bir ideoloji.
Bu ideolojinin tesiriyle yıllarca kimsenin ırkına, diline, inancına ve mezhebine bakılmaksızın özgürleşmesi yani insanlaşması engellendi.
Hepimizi dışlayan, dilini ve inancını yok sayan, yasaklayan, bizlere yani halka basit, sıradan insan yığınları muamelesi yapan antidemokratik ve özgürlük karşıtı bir zümre oluştu.
Ve hepimiz bu zihniyet tarafından mağdur edildik.
Düşünün bu ülkede son 50 yılımızı, sağ ile solu, Alevi ile Sünni’yi, Türk’le Kürd’ü çatıştırarak kriz ortamları oluşturanlarla, darbeler üzerinden güç ve zenginlik elde edenlerle kısacası halkın emeğini sömürerek bir saltanat rejimi tesis edenlerle mücadele ederek geçirdik.
1921 ve 1924 Anayasaları hariç son iki anayasa darbeciler tarafından yazıldı.
Ne diyordu Uğur Mumcu; “Türk vatandaşı İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”
Böyle bir atmosferde hak, hukuk, adalet ve özgürlük arayışı olur mu? Olmadı. O yüzdendir ki bu ülkede cuntacılar ne dediyse o oldu. Hala mevcut anayasamız bir darbe ürünü.
Tamam, üzerinde birçok değişiklik yapıldı ancak anlayış olarak Türkiye’ye özgü, özgürlükçü, yeni ve sivil bir anayasaya ihtiyaç yok mu?
Hiç unutmam 12 Haziran 2011 günü yani tam 12 yıl önce Tayyip Erdoğan coşkulu bir balkon konuşması yapmıştı ve o gün şöyle bir cümle kurmuştu;
“Özgürlükçü bir anayasayı hep birlikte yapacağız. Bu anayasada herkes kendini bulacak; doğu da bulacak, batı da bulacak, kuzey de güney de. Velhasıl milletim “İşte bu benim anayasam” diyecek.
Yeni anayasa milletin her bir ferdini birinci sınıf olarak görecek. Her kimlik, her değer, herkesin özgürlük, demokrasi, barış ve adalet talebine bu anaysa karşılık verecek.
Bu anayasa Türk’ün, Kürt’ün, Zaza’nın, Arap’ın, Çerkes’in, Laz’ın, Gürcü’nün, Roman’ın, Türkmen’in, Alevi’nin, Sünni’nin, azınlıkların yani 74 milyonun anayasası olsun.”
Aynı kanaatte olduğundan hiç kuşku duymuyorum.
Aslında çok şey istemiyoruz, bu ülkede yaşayan her kesimin kendini mutlu, huzurlu ve özgür hissedebileceği demokratik bir hukuk devleti istiyoruz. Zengin, demokratik ve özgür bir ülkenin şerefli vatandaşları olarak yaşamak istiyoruz.
Küresel müesses nizamın baronlarının siyasi, kültürel, eğitim ve aile birliğine yönelik topyekûn saldırılar düzenlediği böyle bir zamanda sağlam bir birlikteliğin temellerini atmalıyız diyorum.
O yüzdendir ki bu ülkenin gerçek bir anayasaya ihtiyacı var