Anadolu’dan taşmak
Derler ki, deve kuşu başını kuma soktuğu zaman gövdesi dışarıda kaldığı halde gizlendiğini sanırmış.
Vaktiyle Türkiye, dış politikasında deve kuşu politikası izlerdi.
İçine kapanarak, görmezden gelerek sorunlardan korunacağını varsayardı.
Ama realite Türkiye’nin beklediği, planladığı gibi akmıyordu.
Körfez harbinde Irak’tan bazı insanlar Türkiye’ye sığınmışlardı. Kameralar çadırlardaki sığınmacılara çevrildiğinde, Türkçe konuştuklarını görüp şok olmuştuk.
Allah, Allah... Türkiye’den başka yerlerde Türkler mi vardı?!
Gerçekten bizim nesiller bu derece içe kapanık yetişmiştik, aslında Türkiye’nin de etrafında sanal bir “Demirperde” vardı.
Derken Bosna savaşı bizi, Bosna’nın içine içine çekti.
Sonra, Sovyetler’in dağılması ile yarı bağımsızlığa kavuşan Türki Cumhuriyetler, sonra Suriye, Somali, Sudan, sonra Libya sırayla geldiler.
Sovyetlerin içinde milyonlarca Müslüman-Türk olduğu, o zamanın sağ kesimlerince hissedilirdi.
Sol kesimler, Müslüman-Türkleri esaret altında tutmayı sevgili(!) Ruslarına konduramaz, Sovyetlerde esir Müslüman-Türkler bulunmasını bilgi kirliliği sayarlardı.
Haberlerde geçiyor; Libya İçişleri Bakanı’nın ismi Fethi Başağa, BAE Dışişleri Bakanınki ise Enver Karkaş.
Her ikisi de sanki Türkiye kabinesinden iki isim...
Biz tarihe karşı başımızı kuma gömsek de, gövdemiz Libya’da, Abu Dabi’de kumların üstünde duruyor.
Anadolu’da kurulan devletlerden, Anadolu kıtasından dışarı taşamayanlar, uzun ömürlü olamamışlardır.
Türkiye, uzun on yıllar Anadolu’ya kendini mahkum etse de, kendini kısıtlasa da, coğrafya ve tarih Türkiye’yi Anadolu’nun dışına dışına çekiyor.
Libya-Abu Dabi (BAE) uçakla 4133 km.
İstanbul-Abu Dabi (BAE) 3050 km.
Türkiye’nin bir ucundan diğer ucu 1500 km.
4133 km.leri 3050 km.leri atla uçanların çocuklarına, bu mesafeler uçakla neden uzak olsun?
Birkaç gün önce Lübnanlı bir esnaf, Beyrut’tan canlı yayında; “Ne olur, Türkiye’ye iyi bakın, o bizim gözbebeğimiz, umudumuz, çaremiz” diyordu.
Biz, hâlâ, “Araplar arkadan vurdu” gibi, “İbrani Masal”larını dinlemeye devam mı edeceğiz?
PANOPTİKON NEDİR?
Panoptikon, bütünü, tamamı gözetlemek anlamına gelir.
Şöyle düşünün; ortada bir kule, kulenin en üstünde 360 dereceyi gören bir oda var.
Bu kuleden belli bir uzaklıkta, kuleyi çepeçevre çeviren, pencereleri kuleye bakan çok sayıda odalar var. Odalar kuleyi dairesel çeviriyorlar.
Kuledeki kişi, odalardaki herkesi görmektedir.
Kulede fabrika ya da hapishane müdürü oturur.
Odalardaki işçi ya da mahkumlar devamlı gözetlendikleri için kontrollü davranmaya, yüksek verimli çalışmaya zorunludurlar.
“Panoptikon”u ilk olarak İngiliz filozof-sosyolog Jeremy Bentham tasarlamıştır.
Jeremy Bentham, Panoptikonu, kardeşi Samuael’in işlettiği ve Rusların 1768-74’te Osmanlıları mağlup ettikten sonra kolonize ettikleri Potemkin arazisinde bulunan fabrikalar için geliştirdi.
Kahire’de sömürge valiliği yapan Bowring ise Jeremy Bentham’ın arkadaşıydı.
Bowring, panoptikonu Mısır’dan İngiltere’ye daha fazla varlık-rant aktarmakta, Mısır’ın kanını daha çok emecek sosyal bir sistem olarak kullandı.
Panoptikonu küresel anlamda da düşünebilirsiniz.
Az sayıdaki küresel elitler “Panoptikon”la dünyayı gözetlemektedirler.
“Küresel panoptikon sistemi”nin, “ulusal ayakları” vardır.
“Ulusal ayaklar” o ülkenin yerel burjuvazisidir.
Küresel elitler adına, kendi ülkelerinde panoptikon yapar, kendi ülkesinin varlıklarını küresel efendilerinin kasalarına aktarır, avantalarını da alırlar.
Özellikle İslam ülkelerinin tamamında “panoptikon” sistemi tıkır tıkır çalışmaktadır.
Ülkedeki elit sermaye grupları ve bunlarla bağlantılı sınıflar, Küresel “Panoptikon” sisteminin “Ulusal Ayağı”dırlar.
Bizde CHP’li kesimler, Mısır’da Sisi taifesi, Suud’da hanedan ve avanesi, Suriye’de Esed’in etrafında “halk”a karşı kenetlenenler bunlardır.
Küresel Panoptikon yapanlar, pandemi bahanesiyle insanlara “çip” takabilirlerse “Panotikon”, teknik eksiğini tamamlamış olacaktır.