Dolar (USD)
33.98
Euro (EUR)
37.61
Gram Altın
2728.37
BIST 100
9771.16
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

14 Temmuz 2024

​Anadolu irfanı öne çıkıyor

İlim, sanat, kültür ve edebiyat sahalarında Anadolu irfanı öne çıkıyor. Hikâyeci yazar Mestan Günel, gençlerden ümitli olduğunu söylüyor.

Kütahya Gediz’de yaşayan yazar Mestan Günel ile yeni tanıştım. Buna Muhammed Ali Türegün vesile oldu. Önce küçük cep kitaplarını gördüm Günel’in. Bir çırpıda okudum. Gül İle Dokunmaz, Kuş Sütü, Gönül Bağı, Sessiz Sevda, Hikâyemin Hikâyesi, Karlı Dağın Ardı, Bakmak Görmek, Peynir Gemisi, Gülün Dikeni, Mücellit. Edebiyatın hikâye, şiir, deneme türlerinde eserler… Ama bunlar bildiğimiz anlamda, her yerden ulaşabileceğimiz kitaplar değil. Ömrü boyunca mücellitlik yapan Mestan Günel, ailenin diğer fertleriyle birlikte bu kitapları diziyor, ciltliyor, çoğaltıyor ve eşe dosta hediye ediyor. Türkiye’de bu tür bir yazarlığın ve yayıncılığın örneğini ilk defa gördüm. Kitapların başında “Bu çalışma, ticari maksatla basılmamıştır. Dostlar arası düşünce teatisi, istişare, müzakere ve özeleştiri kabilinden kâğıda dökülmüştür. İddiasızdır, eleştirilere açıktır.” deniliyor. Bu küçük kitaplarda ben büyük bir dünya buldum, geniş bir ufuk gördüm. Mütevazı ve mahviyetkâr olan yazarımız, derin bir okuma faaliyeti içinde. Düşünüyor, okuyor, yazıyor, araştırıyor ve bizlere hazine eserler armağan ediyor. Kendisiyle yaptığım bu mülakatta, edebiyatı ve özellikle hikâyeyi konuştuk.

Kendi imkânlarınızla hazırladığınız, ailece ortaya çıkardığınız eserleriniz var. Türkiye’de başka örneği yok. Yazı, dizgi, baskı ve sayfa düzenlemelerinin hepsi Günel Ailesi’ne ait. Bu aile yayın grubunu nasıl kurdunuz?

Dediğiniz doğru. Belki de benim tarzım Türkiye’de tek. Beni zaruretler zorluyor. Çocuklarımı ve torunlarımı okumaya ve yazmaya teşvik ve motive etmek isterim. Maksadım tam olarak bu. Kitaplarımı tamamen kendi elimle basıp ciltliyorum. İnşallah bir fark eden olur ulusal yayına ulaşırız. Bunun için para ve isim gerekiyor. Para kıt, isim zayıf. Netice belli. Yazı hayatım çok eski. 1966 yılında daha öğrenciyken Kayseri’de haftalık bir gazete çıkarıyorduk. Yazdığım bir piyesi oynamıştık. Piyesin adı “Her Devrin Budalası” adını taşıyordu. Uzun yıllar, daktiloda yazmayı tam başaramadım. Bir kursunu falan da alamadım. Hızlı yazamıyordum. Başkalarına yazdırıyordum, başını gözünü yarıyorlardı. Ta ki 2010’dan sonra bilgisayar diye bir nimete kavuşuncaya kadar. İşim kolaylaştı. Eski ve yeni yazdıklarımı kâğıda geçirebildim. Hem de doğru şekilde. Otomatik kayıt diye bir şeyi de yeni keşfettim. Potansiyelimin farkındayım. Şu konuda mütevazı olmayacağım: Gezdiğim gördüğüm kadarıyla benden çok kitap ve dergi tanıyana rastlamadım. Okumadıklarımı da karıştırırım. Şu anda önümde Her Ay adını taşıyan 1938 basımlı bir dergi duruyor. Potansiyelimi biliyorum ama yeterince değerlendiremediğimi de biliyorum. Torunlarım ve çocuklarım da zaman zaman yardımcı oldular. Onların adını yayınlarıma teşvik maksadıyla kaydediyorum. Elinde kitap görmediği ana-babasına, kalem görmediği ailesine çocuklar özenebilir mi, düşünelim. Hâsılı mini yayın grubum gururumdur. Dedim ya benim yazı hayatım çok eski. Gediz’de üç gazetede bir dergide binlerce müstakil yazı yazdım. Bazılarını farklı isimlerle neşrettim. Bizim buradaki farklı siyasi faaliyet yapanların pek çoğunun zaman zaman kürsü nutuklarını ve broşürlerini de yazdığımı itiraf etmeliyim.

Kitaplar için “Bu küçük kitabın bir iddiası yoktur. Sesli düşündüğümü sayınız, lütfen. Eleştiriyi saygı ile karşılarım. Satılmaz, Dostlarla paylaşmak için yazıldı.” diyorsunuz. Bu külliyatı çok sevdim. Hacim olarak çok sevimli, sempatik. Özellikle tutarlı fikirlerinize ve sürükleyici üslubunuza hayran kaldım. Hem hikâyelerinizde, hem denemelerinizde, hem de şiirlerinizde yüksek bir edebî seviye buldum. Bence edebiyat dünyasının sizi tanımaması camianın büyük eksikliğidir. Edebiyatseverlerin eserlerinize fikren muhtaç olduğunu düşünüyorum. Bunu nasıl aşacağız?

Nasıl aşacağımızı tam olarak bilemiyorum. Önerilerim olabilir. İltifatlarınız için çok teşekkür ediyorum. Meslekten birinin bana güç vermesi büyük bir nimet. Edebiyat okutma memurlarından bunaldım, diyebilirim. Benden genç emekli bir edebiyat öğretmeni arkadaşımı teknik bilgiler açısından yani imlâ kuralları açısından sık sık rahatsız ediyorum. Potansiyelimi biliyorum diye saçmalıyorum ama bu konuların bir ihtisas konusu olduğunu ve düzenli bilgiye dayanması gerektiğinin de farkındayım. Seçtiğim kitap boyutu B4 kâğıdının dörtte biri. Ekonomik nedenlerle tercih etmiştim. Sonraları, varlık yayınlarını da hatırlayarak çok sevdim. Şimdilerde İlm-i Siyaset diye bir kitapçığım oldu. Kitapçık dedimse 224 sayfa ve aynı boyutta. İki cilt, ikisi bir arada. Yollarım size. Kitapçıklarımın boyutu en sevdiğim yanlarından biridir. İnsanlar koca koca kitapları okumuyorlar. Unutmayalım, küçük güzeldir. Ama basit müşküldür. Elimden tutulursa, yanlış anlaşılmasın, maddi beklentim yok, edebiyat ve fikir dünyasına hizmet etmek isterim. Edebiyat sanatının dertleri bitmez. Eksik ve aksaklıklar her zaman olacaktır. Edebiyata ve Türkçemize âşık insanlar bunu başaracaklardır. Eminim, nüfusumuz arttıkça edebiyatçılar da, okurlar da, kültür adamları da, ihmal etsek bile artacaktır. Okullarımız yeterince okuyucu üretebilirse dertlerimizin kısmı azamı deva bulacaktır. Bu sorunuzu tekrar gözden geçirdim. Büyük iltifatınız karşısında bitkinim. Ah, deniz gözlü İstanbul, bana vermediğin şeyleri çok net görüyorum. İstanbul’da olamadığıma yanıyorum, yanlış anlaşılmasın. İstanbul herkesi mıknatıs gibi çekti. Kader bu ya, beni itti. Belki de kendisini daha çok özleyeyim diye… Cenab-ı Hakk’ın takdirine boyun eğdim, eğerim.

Çok geniş okumalar yaptığınızı görüyorum. Eski yeni, Doğu-Batı, Sağ-Sol ayırımı yapmadan edebiyatın muhtelif isimlerini takip etmiş, en azından belli başlı eserlerini okumuşsunuz. Bu nasıl oldu?

Çok meraklı bir çocuktum. İlkokul üçte okul kütüphanemizdeki tüm kitapları okumuştum. Ne okumayayım, Türkçe mi, tarih mi, coğrafya mı, fizik, kimya, biyoloji mi, sosyoloji, psikoloji, mantık mı? Roman mı, hikâye mi, şiir mi, anı mı, gazete mi, kitap mı, dergi mi? Hep okudum. Dördüncü sınıfta, tek öğretmenimiz olduğu için diğer sınıfa, sözüm ona öğretmenlik yapardım. Dokuz yaşında ilkokula yazılmıştım. Okula kendim kendimi yazdırmıştım. Ailemin geç gelen ilk çocuğu olduğum için biraz esirgenmişim galiba. İlk yıllarda sadece islami kesimin yazdıklarını öğreniyordum. Şule Yüksel konferanslarını ilk defa biz gazetemizde haber yapmıştık Kayseri’de. Necip Fazıl’ın, Arif Nihat’ın konferans kürsüsünün dibindeki ufak tefek çocuk bendim. MTTB’nin Kayseri’de yapılan genel başkanlık seçiminde dayak yiyen fakir gençlerden biri de bendim. Milliyetçi ve solcu ağabeylerimiz bir olup bizi dövdüler. O zamanlar öyleydi. Tek taraflı bir öğrenimdi bizdeki. Sağı solu pek bilmezdik. Sonraları Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Çetin Altan, M. Ali Aybar gibi adamları ve aynı tandanstaki sanatçı ve yazarları tanımaya başladım. Nihal Atsız’ın Bozkurtlar’ını yutar gibi okudum. Feridun Fazıl, Kozanoğlu, Turhan Tan aşina olduğum yazarlardı. Dünya klasiklerini keşfettim. Her kesimi tanımaya gayret ettim. Sanat ve edebiyatı onların da edindiğini gördüm. Ortak yanlarımızı kavradım. Sanat ve edebiyatı bütün yönleriyle gördüm. Maalesef asıl okuyan sol kesimdi. Eksiğimizi gördüm. Kendi çapımda telâfi yolları aradım. Edebiyatın, kimin elinde olursa olsun güzel olduğunu anladım. Ciltçi olmam dolayısıyla kitaplara ulaşmam zor olmadı. Elime geçen paranın büyük kısmını kitaplara veriyordum. Evimi oradan oraya şehir şehir taşırken, hatta kırk yıl sürüklerken en ağır yüküm kitaplarımdı. Kütüphane anahtarlarının cebimde olduğunu ifade etmiştim. Pek abartmayayım, kitaplar da bugünkü kadar bol değildi. Özetle müthiş merakım bu işi götürdü. Edebiyat zevkimi perçinleyen iki isim, Türkçe hocam Mustafa Oğuzkan, edebiyat hocam Sabit Hashalıcı’dır. İkisini de rahmetle anıyorum.

Kuş Sütü, Bakmak ve Görmek, Gül ile Dokunmak ile Gönül Bağı eserlerinizde “edebî hikâyeler”inizi bir araya getirdiniz. Hikâyelerinize bir bütün olarak baktığımda şunu gördüm. Hem gelenekle bağınızı koparmıyorsunuz, hem de yeni, kendinize özgü, orijinal bir hikâye tarzı geliştiriyorsunuz. Hikâye anlayışınızı sizden öğrenebilir miyiz? Bir de hikâyede bizden üstad olarak kabul ettiğiniz ve devamlı olarak okuduklarınız kimlerdir?

Hikâyede geleneklere bağlı kalmayı tercih ediyorum. Ufak tefek farklılıklar oluşturmak istiyorum. Hikâyeyi kısa tutmayı yeğliyorum. Çeşitli tarzları deniyorum. Edebiyat kitaplarındaki tarifi hiç unutmuyorum. Yemekteki tuz kadar hikâyeye mesaj koyuyorum. Tasvirler, tanımlamalar yapıyorum. Güzellikleri öne çıkarıyorum. Heyecanlar üretmeye çalışıyorum. Hikâyenin akılda kalması önemlidir. “Kökü mazide olan âti” her zaman aklımdadır. Hikâyemiz okuyucuyu boğmamalı, sürüklemeli. Hikâyenin, şiirin erkek kardeşi olduğunu söylemişimdir. Tabii ki şiir de hikâyenin kız kardeşi oluyor bu durumda. Bazı uzun şiirlerimi sonradan hikâyeye çevirdim. Oturdu. Ama Türk hikâyesinde temel problemler var. Hikâye hem biraz unutuldu hem de biraz romanla hâlâ karıştırılıyor. Geçen gün bir delikanlı bana bir kitap gösterdi, iki ayrı hikâyeyi göstererek aralarında irtibat kuramadığını söylüyordu. Romanla hikâyeyi karıştırıyordu, kahroldum. Hikâyede en beğendiğim Refik Halid’dir. Sabahattin Ali ikinci sırayı alır. Elbette üstatlar da çok. Her hikâyenin tadı başkadır. En güzel hikâyeyi hiç beğenmeyen olabilir. Bence okuyanın o gün, o anda iştahı yoktur. Hiçbir edebiyat eseri, iştahsız okunursa tat vermez bence. Okuyucunun ne beklediği de önemli.

Mücellit zevkle, bazen hayranlık ve şaşkınlıkla okuduğum bir eseriniz. Burada kendinizi anlatıyorsunuz. Cilt sanatı yaşayacak mı?

Mücellitlik yerine göre sanat, yerine göre zanaat. Şimdilerde biraz gerilemiş gibi duruyorsa da aslında her kitap bir şekilde derlenip toparlanarak kullanıldığına göre ciltçilik devam edecektir. Kâğıt kitap dijital kitaba yenilirse belki de ciltçilik biter. Biter, demeyelim de yeni bir çehreye bürünür. El yapımı yerini makine yapımına bırakır. Ciltçilik, günümüzde kaybolan sanatlara katılıyor. Artık çırak bile bulamıyoruz. Kitapları da çöplerden topluyoruz. Altı ciltlik bir şiir antolojisini bir dostum çöpten bulmuş, işe yarar mı, diye bana getirmiş. Ona çok teşekkür ettim. Bir kucak kitabı yetim çocuklar gibi önüme koydu, ağladım. Sonuç olarak elimizde okunabilecek bir materyal varsa onu korumak için bir kılıf da üretilecektir. Yani cilt işi ölmeyecektir.

Denemelerinizden meydana gelen Hikâyemin Hikâyesi eserinizi dikkatle okudum. “Nasıl Hikâye Yazıyorum?” diye başlıyorsunuz ama aslında bütünüyle hikâye sanatını masaya yatırıyorsunuz. Hikâyemizin hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?

İnsan, yaş aldıkça dönüp ne yaptığına bir bakıyor elbette. Ben de edebiyat ırgatlığıma bir bakmak istedim. “Hikâye Okuma Kılavuzu”nu çok önce yazmıştım. Hikâyemin Hikâyesi’ne başlayınca ikisini birleştirmeyi istedim. Sonuçta o kitapçık ortaya çıktı. Arkasına da önemsediğim farklı tarzdaki bir hikâye örneğimi koyunca kitapçık meydana gelmiş oldu. Ben bu kitapçıkla zayıfladığını, unutulduğunu düşündüğüm hikâye türünü yeniden vurgulamak istedim. Aslında şairin kendi şiirini, hikâyecinin kendi hikâyesini, romancının kendi romanını, ressamın kendi resmini, heykeltıraşın eserini yorumlamasını doğru bulmam. Sınırlamış olur, diye düşünürüm. Varsın onu okuyanlar, seyredenler yapsın.

Genelde yetişkinler, gençleri eleştirmeyi çok sever. Sizin gençliğe bakışınız nasıldır? Onların kültüre, sanata, kitaba, edebiyata olan ilgilerini yeterli buluyor musunuz? Bu konuda biz yetişkinlere ne gibi görevler düşüyor? Gençlere tavsiyelerinizi alabilir miyiz?

Gençleri itip kakmaya çok karşıyım. Çocukları da öyle. Onlar şu gün için henüz hayatın başındalar. Onlara, “Ne olacaksanız lise sona kadar olacaksınız, asıl tahsil lise tahsilidir, üniversite size sadece meslek ilâve eder.” derim. Bazı kalem denemelerini görüyorum, teşvik ediyorum. Gençlere asla tepeden bakmıyorum. “Bizim zamanımızda şöyleydi, böyleydi.” gibi beylik sözleri asla etmem. Onlar daha çok kendi tecrübelerini beklerler. Onları anlamaya çalışmak gerekiyor. Aileler, okullar, öğretmenler, komşular, akrabalar, hemşeriler onların arkasında olmalıdırlar. Çok gençken bir delikanlı cinayet işlemişti. Galiba Peynir Gemisi’nde anlatmışım. Çocukluğunda ona “delikanlım” dermişim. 45 yaşlarında tekrar rastladım. Cezası bitmiş. Bana öyle bir sarıldı ki kemiklerim çatırdadı. “Bana hiç kimse delikanlım demedi, yalnız sen demiştim. Ömrümde duyduğum en güzel söz buydu.” dedi. Sözünün üzerinde çok düşündüm ve çok duygulandım. Gençlere ya “delikanlım” ya da “yeğenim” diye hitap ederim.