Amaçsızlık
Amaçsızlık bir iflas halidir. Varoluşun kaosa düşmesi, parçalanması, hayata yatay bakmasıdır. Geri çekilme, eksiye tahvil olma değildir amaçsızlık; bir kuruma, duygusuzlaşma, taş kesilme, hayatın dışına çıkma, daha hafif tabiriyle onun nesnesine dönüşmektir. Varoluş eksilmesinden ziyade bir tükenme hali; insanın başına gelebilecek en büyük kadersizlik, en amansız felaket, en sarsıcı öç almadır. Hayat, bir amaç üzerinden insana verdiklerini amaçsızlıkla misliyle almaktadır. Bu sebeptendir ki –en azından bir seçenek olmadığı, kaçınılmaz göründüğü için- ölüm dahil, insanın başına bu dünyada gelebilecek en büyük felakettir.
Amaç, insanın
gerçekleriyle hayalleri arasına gerilmiş sağlam bir ip, özenle yapılmış bir
merdivendir. İnsan her daim içinde bulunduğu gerçeklerden olmasını umduğu
hayallerine bu ipe tutunarak, bu merdiveni çıkarak ulaşmayı dener, en azından
diler. Olur, olmaz, ayrı konu ama insanı
hayata bağlayan bütün tutamaklar ilhamını amaçtan alır. İnsan bu haliyle amaç
gözeten, amacı için yaşayan, ömrünü amacına adayan, amacı bir eksiklik
giderici, bir yara sağaltıcı, bir tamamlayıcı öğe olarak gören mükemmel bir
karışımdır. Öyle bir karışım ki kendisini oluşturan her bir hücre, her bir
doku, her bir organ, her bir hissediş, her bir düşünüş bir amaç için çırpınır,
toplanır, dağılır, gevşer, sıkılaşır, yorulur, yeniden başlar. Varoluşunun
halesini amacın oluşturduğu, amaç gidince kendisi de yok olan bir ruh-beden
çorbasından başka neyiz?
Bizden habersiz,
bizim için çalışan, uğraş veren, çoğu zaman bizim de varlığından haberdar
olmadığımız, amacı hayatımızı mümkün mertebe hastalıktan uzak, konforlu bir
kılmaya adanmış bir vücudumuz var. Derin bir uykunun ardından her bir
organımızı uyandıran, kendine özgü işlevi yerine getirmesi için emir veren,
bacaklara yürüme, ellere tutma, gözlere bakma, kulaklara işitme vs. kudreti
bahşeden beynimiz, uyurken de bağırsaklara hareket, kalbe kasılıp gevşeme, kana
damarın içinde düzenli biçimde akma komutu verir ki bunların hepsinin de tek
bir amacı vardır: Vücut kalesini sağlam tutmak, ölüm karşısında diri tutmak,
hastalık karşısında sağlıklı olmak… Bunlardan herhangi biri amacını unutup/terk
edip görevini savsaklamaya başladığında onun hemen yanı başındakiler aynı
görevi üstlenmek için harekete geçer fakat ustalık alanı o olmadığı için
hastalık baş gösterir. İnsanın bu dünyada karşılaştığı ağrı ve acıların temel
sebebi amaç yitiminden kaynaklı işlevsizliktir. Bedensel veya ruhsal/zihinsel
bütün hastalıklarımızın gerisinde o hastalığa yol açan arızi amaçsızlıklar,
nispi uyuşukluklar ve görev ihlalleri vardır.
Amaçsız kalmak
ile ölüm arasında doğrudan bir ilişki vardır. Amaç, gelecek zaman kipiyle
akraba olduğu için amaçsızlık geleceğe kısa devre yaptırarak ruhun ölümünü
hazırlar. Ölüm anında varoluşun şimdiye ve geleceğe sarılmasının bir sebebi de
budur. Amaç tükenince zorunlu olarak insan geçmişten medet ummakta ve ölüm
anında geçmişte yaşadıklarına sarılmaktadır. Olup bitenlerin son nefeste bir
film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçtiğine yönelik tespitlerin son
noktası, amaçsızlık duvarına çarpan insanın duvarın gerisine donuk bir şekilde
bakmak zorunda kalışıdır. Durum, mikro amaçsızlıklarda da bundan farklı
değildir. Ne vakit elimizdeki işi bitirsek, amaçsız kalsak, bir şey başarmanın,
bir amaca ulaşmanın keyfine dalsak, geçmiş hemen yanı başımızda biter ve hayatı
kendinden ibaret addeder. Amaçsızlık hiçbir zaman gelecek duygusunu ve kipini
çağırmaz. Onun gözleri hep geçmişte, olmuş olandadır. Ancak bir amaç
belirlendiği andan itibaren gelecek duygusu devreye girer ve gerçeğin yerini
hayaller süslemeye başlar.
Ölü bilinç, en
azından taşlaşmış, nesneleşmiş olarak bir gerçeğin parçasıdır. Ancak hayallerle
işi bitmiştir. Bitkisel hayata girmiş bir insanın gerçekle kurduğu ilişki, en
azından bedeni üzerinden vakidir. Bununla birlikte onun hayallerinin elinden
alındığı söylenebilir. Dolayısıyla amaç ile hayat, amaçsızlık ile ölüm doğrudan
ilişki kurarlar. Amaç, gelecek zaman kipi üzerinden insanı hayata bağlarken,
amaçsızlık geçmiş-şimdiki zaman üzerinden onu hayattan koparır, hayatın mutlak
aktörü olmaktan çıkarıp figüranına, hatta dekoruna dönüştürür. Mezarlıklarda
gördüğümüz amaç değildir, hayat değildir, gelecek değildir. Tükenmiş amaçlar,
bitmiş hayatlar ve geleceğe kapalı, geçmişe açık isimler vardır orada. Doğrusu,
şehirleri mezarlıklardan ayıran çizgi de burasıdır: Mezarlıklar şimdiden
geçmişe yolculuğun somut göstergeleri iken şehirler geçmişten şimdiye, oradan
geleceğe akan simgelerle doludur. Ölü şehirler, ölmeden önce amaçsız bırakılmış
şehirlerdir. Ölü ülkeler de öyledir. Amaçsız bırakılmış her ülke ya ölüme terk
edilmiştir veya zaten ölüdür.
Nasıl Allah’ın
en mükemmel eseri insan ise insan aklının en çetrefilli ama en donanımlı
kurgusu da devlettir. Allah nasıl insanın içine, onu daima canlı tutsun diye
bir amaç yerleştirmişse devletler de insanların ve toplumların içine amaç
duygusu yerleştirmek zorundadır. Bireylerin çöküşü de toplum ve devletlerin
dağılması ve parçalanması da amaç yitimiyle olur. Bir devletin bireylerin amaçlarını
yerinden etmesinden daha büyük felaket düşünülemez. Amaca ulaşmanın araçlarını
uzaklaştırır, yer değiştirir, saklarsanız, insanları önce amaçlarına kör eder,
sonra da öldürürsünüz. Hayaller buz dağına çarpınca insanlar boğulur. İnsanları
amaçlarından men etmenin hayatlarından men etmeden ne farkı var?