Alman sevdası
Şimdi böyle söylüyorum da bana kızıyorlar. Ama bu söylediklerim birer hakikat. Nedir efendim o? Şudur:
Türkiye son 20 yılda tam bir Alman
arabası cennetine döndü. Son 15-20 yılda Alman arabalarının satış rakamları
adeta rekor kırdı. Bunun önemli bir kısmını ise kamu talepleri oluşturuyor.
Yani kamuya makam aracı olarak alınan araçlardan bahsediyorum. En tepeden en
aşağıya kadar her kademede Alman araçları baş tacı edilmiş vaziyette. En
dipteki daire müdüründen en üst mertebeye kadar herkesin altında bolca var bu
araçlardan. Bu araba sevdası nedir arkadaş, anlamadık gitti.
Herkes kendi özel hayatında
istediği markayı tercih etmekte özgürdür, kimse buna karışamaz. Adamın parası
varsa gider vergisini öder, istediği arabaya biner. Kim kime bu zamana kadar
karışmış? Ancak söz konusu olan milletin parası olunca orada sorun başlıyor.
Neden? Çünkü kimsenin toplumun tamamına ait bir parayı kafasına göre çarçur
etme hakkı yok! Kimse kendi konforu ve rahatı için kabul edilmeyecek eşyaları
kamu adına kiralayamaz, alamaz, satamaz. Kanun müsaade etse de vicdan ve ahlak
hatta din buna müsaade etmez. Kamuya ait her kuruşta tüyü bitmemiş yetimin
hakkının olduğunu unutmayalım.
Kamuda ihtiyaç kapsamında olan ve
devletin çok üst kademelerinde güvenlik gereği alınmak zorunda olunan araçları
istisna tutarak –ki orada da farklı
tercihlerde bulunulabilir– şunu söyleyebiliriz ki alınan bütün tasarruf
tedbirlerine, yayınlanan bütün genelgelere rağmen kamu görevlileri lüks
araçlara tamah etmeye devam ediyorlar. Geçenlerde Anadolu’da nüfusu 10 bini
bile bulmayan bir beldenin belediye başkanı altına Alman marka bir araç aldı ve
bu kamuoyunda çok tartışıldı. Değeri 700-800 bini bulan bu araç, toplumda ciddi
rahatsızlık oluşturdu. Oysa ki o belediyenin geliri belli, gideri belli,
bütçesi belli… O belediye başkanımız 300 bin TL’ye çok da güvenli ve konforlu
yerli bir aracı tercih edebilirdi.
Ankara’da da durum çok farklı
değil. Bakanlıkların önü lüks Alman araçlarıyla dolu. Tahsisat listesinde
bulunmayan pek çok kamu görevlisi bu lüks araçları şoförleriyle birlikte
kullanıyorlar. Oysa ki altına makam aracı verileceklerin listesi resmi
yayınlarda tanımlanmıştır. Normalde herkesin bu listeye riayet etmesi beklenir.
Ama kimse bu sınırlamaya itibar etmiyor. Herkes caka, fiyaka, konfor peşinde.
Tamam anladık, görev gereği mesai saatleri içinde ortak havuzdan araç alıp
kamunun işini bu araçlarla görebilirsiniz ancak iş akşam eve bırakılmaya yahut
özel işlere gelince işin bu kısmı resmi cetvellerle sınırlanmıştır. Bu sınırı
çiğnediğiniz anda kul ve kamu hakkına girmiş olursunuz. Ne yazık ki bu sınır
sadece araç kullanımında değil başka konularda da çiğneniyor. Kul hakkı, kamu
hakkı kimsenin umurunda değil.
Euro üzerinden Avrupa’dan
getirilen araçlar cari açığın oluşumunda da ciddi pay sahibi olsa gerek.
Elimizde net bir rakam yok ama neticede bu araçlar ithalat yoluyla geliyor. Özel
sektör ve kamu alımlarının toplam tutarı yine kamu tarafından araştırılmalı ve
ortaya konulmalı.
Şimdi burada bir başka husus da
şu. Mesela bu Alman araçlarıyla aynı kalitede Japon araçları da var. Neden
bunlar tercih edilmiyor? Belki bunların fiyatları daha da ucuza gelebilir.
Belki bu sayede hem Uzakdoğu ile olan bağlarımız, ticaretimiz de güçlenir.
Mesela Japonların tüm dünyada çok satan markalarından birisinin premium sınıfta
bir aracı var ki içinde yok yok. Üstelik bu araç Alman araçlarının fiyatlarının
üçte biri, dörtte biri fiyatına satılıyor. Fiyatı bir milyonu bile bulmayan bu
araçlar pekâlâ üst düzey kamu alımlarında ya da kiralamalarında tercih
edilebilir. Devlet bu alımlar sayesinde ciddi oranda tasarruf da sağlar.
Bilerek marka vermiyorum ki hem reklama girmesin hem de bir marka ya da lobi
adına konuştuğum gibi içi boş bir dedikodu hasıl olmasın. Hiçbir şirket ya da
lobi ile bağlantım yok. Zaten konumum gereği böyle bir çevre ile ilişkili olmam
da mümkün değil. Sadece az çok oto piyasasını bilen birisi olduğum için bunları
yazıyorum.
Diyeceğim o ki, biz israfı,
lüksü, konforu seven bir milletiz. Gösteriş bizim için çok önemli. Belki bu
doğu kültürüne mahsus tarihsel bir hastalıktır, bilemiyorum. Ancak bildiğimiz
bir şey varsa o da şu ki başkalarına ait değerleri harcamak her zaman kendi alın
terinle kazandığını harcamaktan daha kolaydır. Ama bu kolaylığın yanında büyük
bir mesuliyet olduğunu da unutmayalım.