Dolar (USD)
35.21
Euro (EUR)
36.72
Gram Altın
2958.38
BIST 100
9619.69
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
20 Haziran 2020

Alışmaya alışmak

ALIŞMAK kelimesini, birbirimize karşı duyduğumuz sevgilerin gerçekliğini sorgularken düşündük bir ara. Şüphelendik. Bir bit yeniği gibiydi bu tip sorgulamalar. Yesindi bit zihnimizi. Afiyet olsundu.

Sevdiklerimiz için, sevginin hatırına alışırdık evet. Sonuçta sevgi tabii bir ahengi de yanında getiren bir şeydi. Hem de hiç tahammül edemem dediklerimize bile.

Lakin alışmak; sevgimizi, önce tekrar edilen bir bağımlılığa, sonra da tekrarından sıkılıp bunaldığımız bir sıradanlığa dönüştürüyor olabilir/di. Gittikçe içeriğinden uzaklaştığımız, kalınlaşan kabuklar ve soyulmalar baş gösterebilirdi… Sertleşebilirdi içi his dolu bütün içtenlikler ve doygunluklar. Bunu ben ne için yapıyordum sahi, bunu ilk yapmamı bana hangi saik tembihlemişti sorularının cevaplarını unuttuğumuz zamanlar yaşanabilirdi. Sonra birkaç cevizin arka arkaya içi boş veya çürük çıkmasına dönüşebilirdi hayatlar.

Dönüşebilir.

Dönüşüyor.

Ne olursa olsun alışmak giderek elle tutulur bir şeye, bir kalıba evriliyor ve hatta ölü zamanlar için mekanlaşıyor, mezarlaşıyor. Hayatta tekrar kaçınılmaz. O yüzden alışmaya alışmak lazım. Tamam ama tekrar ve ısrarın bir noktadan sonra her şeyi sıradanlaştırmasına karşı bir tedbir de almak lazım.

Öte yandan hayat biraz da, ne birazı, çoğunlukla alışmaktır. Şayet hakiki ve emekten yana bir ilgi, sevgi ile değilse yapılan, yaşanan şey, bir zaman sonra, heyecan bitiyor ve 'sizlere ömür' bir posa oluveriyordu alışmak.

Hele hele gündelik tekrar ve alışkanlıklarımızın silkelendiği bir zamanı düşünemiyoruz bile. Yaşamak için belli başlı bir eylem listesini tekrarlamak zorundayız. Israrla! Hayatın devamı için bu gerekli. İyi de tekrarlananı her zaman aynı yüksek heyecanla yapmamız mümkün olmuyor, diye de üzülün biziz. Hem tekrarlamak, hem de heyecan duymak istiyoruz. İlk yapıyormuş gibi… Hatta son profesyonelliklerimizi, bir şeyi ilk yaşadığımız zamanlarda olan acemiliklerimizle değişecek kadar! Bunu deniyoruz da. Yeniden acemileşmek ne mümkün. Ne mümkün nerdeyse denize ulaşmış bir damlayı koparıp bir tomurcuk gibi karaya atmak ve yeni baştan akar hayata bırakmak…

Biz heyecanı özlüyoruz. İyi biliyoruz ki bir heyecan istikrarla korunur. Ve iyi biliyoruz ki her istikrar bir heyecanın vefa bahçesi olmakla kalmıyor, süslü mezarına da dönüşüyor.

Ne yapsak? Ölüm has sevgiler, samimi eylemler için de hak mı? İçtenliğin de gittikçe kabuk bağlaması bir başka tabii kanun mu? Hep sıcak kalmak yorucu da ondan mı soğuyor canlar, heyecanlar?...

Heyecan duymadığımız için tekrarlamaktan vazgeçmek istediğimiz pek çok şeyden vazgeçmemiz ölümümüz demektir. Sadece bir insana alışan, bir insanı, bir hayvanı seven, köklenen değil, bir eşyaya bağlanan değil, eşyayı ve pek çok eylemiyle hayatı tekrarlayıp duran biz değil miyiz?! Yemek iki veya üç vakit. Uyumak bir desek. Sevmek kaç vakit, hayat kaç?

Alışmadığımız bir zamanda kalkıp çay demlemiyoruz. Tam uyuyacakken kahvaltı yapmıyoruz. Aynılığı bizzat oluşturuyoruz. Bir farklılığı nasıl da özleyecek kadar hem de…

Fakat bir süre sonra hepimizin yüzünde bir ekşime. “Ne oldu canım?” “Karnım ağrıyor, içim bulanıyor”lar, “Keyifsizim biraz”lar, “Beni bağışlayın”lar… Sevgiye devamsızlıklar. Okulu kırmak gibi hayatı tekrarlarından, sert kabuklarından kırmalar…

Her şeye rağmen alışılmışın dışında bir hayatımızın olabilir mi, düşüyle sıkça olağandan olağanüstülüğe kaçma hamleleri…

Alışılan vazgeçilmez değildir diyor, bir yanımız. Tekrar edilmeyebilir, diyor. Neden olmasın, diyor. Her şey mümkün, diyor. Diğer yanımız çoktan bağlılıktan bağımlılığa çömelmiş, hantallaşmış, kıpırdayamıyor. Cesaretle korkaklık karışımı bir oyun çizgisinde zıplayabildiğimiz kadar zıplıyoruz. Ayağına taş bağlanmış bir ceset gökyüzüne ne kadar sıçrayabilirse…

Aslında bütünde hayatın, parçalarda onlara özgü içtenlikler ve heyecanlarla kuşatılmış o büyük amacın ve anlamlılığın kaybıyla ilgili mızmızlıklardır yaşanan.

Bütün bu başkaldırılar, köklerini terk etmeyi göze alacak “alıp başını gitmek” atakları, alışkanlıklarımızın ilk amacından kopup niteliksiz hale gelmesinden kaynaklanıyor. Sıradanlaşmaya isyan ve bir noktadan sonra bitkin ve bezginliğe dönüşmesi kaçınılmaz olan heyecansızlığın önüne geçmek için…

Yeter ki silkinsin insan. Kalksın ve yenilensin. Hayatına renk gelsin. İyi, doğru, güzel olan “Yok canım!” lar, “O da olacak şey mi?” ler için cesaretlensin. Sırf alışıldığı için sürdürülmesin kötüleşmiş, iyiden iyiye çürümüş şeyler. Bir yenilik gelsin hayata. Hiç yoksa eskitme bir hayat olsun hayatlar…

İlla alışacaksa bir şeylere, saf amacını, değerini kaybetmeden, heyecanını tüketmeden alışsın.

Kabuklaşmasın. Soysun kendini sıkıcı hal alan her şeyden. İnce ve taze kabuğunu giyinsin… Hatta olmuş, çok olgunlaşmış da şiresi ağırlaşmış meyveyi görmezlikten gelip, olmamış içini, için için yesin, hamlığından kam alsın.