Âlimin ölümü âlemin ölümüdür
Hocaların Hocası Prof. Dr. Ali Özek vefat etti
Tedavi gördüğü hastanede 89 yaşında vefat
eden İslâmî İlimler Araştırma Vakfı (İSAV) Başkanı Prof. Dr. Ali Özek, bugün
öğle namazını müteakip Fatih Camii’nde kılınacak cenaze namazının ardından
memleketi Muğla’da son yolculuğuna uğurlanacak. Mekânı Cennet, makamı âli
olsun. Hocaların hocası Özek ile 2019 yılında “11 Ayın Sultanı Ramazan”a dair
gerçekleştirdiğimiz röportajı aziz bir hatıra olarak istifadenize sunuyoruz.
SABRİ GÜLTEKİN
Ramazan ayına dair konuşmak için Prof.
Dr. Ali Özek hoca efendi ile Fatih’teki İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nda
(İSAV) buluşuyoruz. Ramazan ikliminin üzerimize gölgesinin düştüğü günün
ortasında kapısını çaldığımızda bizi tebessüm ederek karşılıyor. 87 yaşında
olmasına rağmen hâlâ fîsebîlillah cehdiyle hizmetlerine devam ediyor. Yaptıkları ve yapacaklarını anlatırken dâvâ
adamlığı ve hizmet ehli olmanın ipuçlarını veriyor.
Peki kimdir Ali Özek?
Ayrıntıya girmeden kısaca
tanımaya çalışalım.
*
1932’de Muğla’nın Fethiye
kazasına bağlı Doğanlar köyünde doğmuş.
Babası Hacı Şakir Bey, annesi
Nazmiye Hatun. Sülaleleri Mucuklar diye bilinirmiş. Mucuklar bölgeye Çankırı
dolaylarından, oraya da Türkistan’dan gelmişler. Önce Antalya ilinin Elmalı
ilçesi Eskihisar köyüne yerleşmişler.
Kendi köyünde ilkokul
olmadığından Çaltılar İlkokuluna kaydolup 1941’de bu okuldan mezun olan Ali
Özek, dinî bilgiler öğrenmek amacıyla Antalya’nın Kayabaşı köyüne gelmiş ve
Ömer Ali Hafız’dan Kur’an öğrenmeye başlamış. Kur’an eğitimini burada
sürdürerek 1944’te hıfzını tamamlamış.
Elmalı’daki Sinân-ı Ümmî
Medresesi’nden Sinân-ı Ümmî’ler, Niyazi-i Mısrî’ler, Hak Dini-Kur’ân Dili
isimli tefsirin müellifi merhum Hamdi Yazır gibi ilim insanları yetişmiş.
Âlimler yatağı Elmalı’ya yolunu düşüren Ali Özek hoca efendi bu ilim
havzasından nasiplenme bahtiyarlığına erişmiş.
*
Yıl 1950’yi gösterdiğinde Ali
Özek için artık başka bir ülkeye hicret etme vaktidir. Bütün zorluklara rağmen
şartları zorlayarak Yavuz Sultan Selim’in fethettiği Mısır’ın yolunu tutar.
İlim çalışmalarının temelini
atacağı Kahire el-Ezher Üniversitesi’nı bitirdikten sonra aynı üniversitede Kur’an
ve Hadis ilimleri üzerine mastır yapar.
1957’de Türkiye’ye döndüğünde ilk
hocalık deneyimini İzmir Kestanepazarı Kur’an Kursu’nda yaşar. Askerlik
görevini ifâ ettikten sonra bu kez yolunu İstanbul İmam-Hatip Lisesi’ne
düşürür. Burada attığı ilmî tohumlar fideye daha sonra ise çınara dönüşür.
Daha sonra kendisine İstanbul
Yüksek İslam Enstitüsü’ne Arap Dili ve Edebiyatı’nda öğretim üyeliği kapısı
açılır. İlmin sonsuz bir hazine olduğunu idrak eden hoca, bu dönemde İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nü
bitirir.
Artık ilim halkasını
genişletmenin vakti gelmiştir. Bunu yapmanın yolu da vakıflaşmaktır. 1970 yılında
48 arkadaşıyla İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nı (İSAV) kurar.
1973’te İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi’nden edebiyat doktoru unvanını alır. 1979 yılında İstanbul
Yüksek İslam Enstitüsü’ne müdür olunca Enstitü Vakfı’na da başkan olur. Buradaki
vaazlarıyla birçok insanın gönlünü kazanır.
1986’da doçent, 1991’de de
profesör olur.
Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Tefsir Anabilim Dalında Tefsir ve Belagat dersleri vermekte iken 1998
senesinde emekli olur.
*
Tevâfuka bakın ki, Elmalı’da ilim
tahsiline başlayan Ali Özek hoca efendinin yolu yıllar sonra Almatı’ya düşmüş.
Rahmetli Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde başlayan yolculuk bereketli bir
hizmet kervanına dönüşmüş.
1994 yılında Almatı Devlet Dünya
Dilleri Üniversitesi’nde öğretim üyesi olmuş. Orta Asya Medeniyet Vakfı adına Kazakistan’ın
Almatı’da Yabancı Diller ve Meslekî Kariyer Üniversitesi’ni kurup, uzun bir
süre rektörlüğünü yürütmüş.
İlimde olduğu gibi hayır
işlerinden de hiçbir zaman emeğini esirgemeyen Prof. Dr. Ali Özek hoca efendi, Türkiye’de ve yurtdışında birçok cami ve Kur’an
kursunun yapılmasına öncülük yapmış. Kazakistan’ın Almatı şehrinde Almatı
Merkez, Esik, Uzunağaç, Türgen ve Karakemer Camilerinin inşalarını organize
etmiş.
*
Prof. Dr. Ali Özek hoca efendinin telif ettiği
Hadis Ricâli, İslâm’da Niyet, İslâm’da İbadet/İlmihal eserleri ile Arapça’dan dilimize kazandırdığı Muhammed Kutub’un İslâm’ın Etrafındaki Şüpheler
ve İslâm Terbiye Metodu, Abdullah Draz’ın İslâm Hakkında Bazı Görüşler, Abbas
Mahmud el-Akkad’ın Hz. Ebû Bekir’in Şahsiyeti ve Dehâsı gibi kitapları ilmi
açıdan bir neslin başucu eserleri olmuştur. İmam Ebû Yusuf’un Kitâbü’l-Harac çevirisi ise köşe taşı eserler
arasındadır. Evli ve üç çocuk babası olan Özek, Arapça, İngilizce ve Rusça
dillerini bilmektedir.
***
Hocaların Hocası Prof. Dr. Ali Özek:
“Oruç ateşten koruyan bir kalkandır”
-Hocam rahmet, bereket ve mağfiret ayı
Ramazan’a kavuştuk. Bu ayın en büyük alâmeti nedir?
- Mübarek Ramazan, senenin hangi
mevsiminde gelirse gelsin, hangi mahalde idrak edilirse edilsin, bu aya girenin
yaşı ne olursa olsun, daima bir neşeye vesile olur. Ramazan-ı şerifin
kutsiyetine en büyük alâmet, gelişiyle insanlara huzur ve saadet duyguları
aşılamasıdır. Bu duygular, sadece Ramazan ayına mahsus manevî tezahürlerdir.
Çünkü Ramazan, Peygamberimizin en büyük mucizesi Kur’ân-ı Kerîm’in nüzulüne
sahne olmuştur. Ramazan ayı, ilk önce Kur’ân ayı olmuş, sonra da oruca tahsis
edilmiştir.
-Bu ayda çekilen açlığın amacı nedir? Bu
terbiye metodunu nasıl anlamak gerekir? Yedi yıl Ezher’de eğitiminize ilaveten
İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin Arap-Fars Dilleri bölümünü bitirip doktoranızı
da orada tamamlamış olmanız hasebiyle kelimeleri, kavramları çok dikkatli
kullanıyorsunuz. Sohbetlerinizde zaman zaman bazı kelimelerin köklerine,
etimolojik yapısına inme lüzumunu hissediyorsunuz. Bu konuyu dilcilik
bilgilinizle nasıl izah edersiniz?
- Kelime olarak Ramazan, Arapça
bir kelime olup “Ramad” kökünden gelmektedir. Arap dilcileri bu kelime üzerinde
dikkatle durmuşlar, kelimenin Arapçada hangi mânâlarda ve ne şekilde
kullanıldığını araştırmışlardır.
Birincisi, Ramazan “Ramad”
fiilinden alınmıştır. Ramad, güneşin şiddetli hararetinden dolayı taşların
kızması, kor gibi yakıcı bir hal almasıdır. İşte Arapçada böyle kızgın yerlere “Ramda”
denir. Bu şekilde kızgın yerlerde gezen kimselerin ayakları yanar. Buna göre
oruç ayına Ramazan denmesi, açlık ve susuzluk sebebiyle çekilen ızdırapları
ifade etmek içindir ki çekilen hararet, ızdırap ve meşakkatlerle günahlar
yakılır. Bir rivayete göre çok eski zamanlarda Araplar, ayların isimlerini
verirlerken, her ayı tesadüf ettiği mevsimlere göre adlandırmışlar. O sene en
sıcak mevsime tesadüf eden ayın adına “Ramazân” demişler.
İkincisi, Ramazan kelimesi Esmâ-i
Hüsnâ’dan, yani Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Bunun için bu aya sadece “Ramazan”
demek doğru değildir. Doğrusu “Ramazan ayı”dır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de “Şehru
Ramazan” denilmiştir. Netice olarak görülüyor ki, kelimenin lügat manası ile
ıstılah manası arasında ilgi çekici bir irtibat vardır. Şöyle ki: Oruç tutmak
gerçekte açlık ve susuzluk eleminden yanıp tutuşmaktır. Bilindiği gibi vücudun
susuzluk sebebiyle yanması, havanın sıcak veya soğuk olmasına bağlı değildir.
Bu yanma, aslında bir ızdırabtır. Çekilen bu ızdırab ise, günahlara kefaret
olacaktır. Çünkü Resûlullâh (s.a.v.) bu mânayı aşağıdaki hadîs-i şeriflerinde
açık olarak beyan etmişlerdir: “Oruç ateşten koruyan bir kalkandır.”
- Hocam orucun şer’î tarifini yapar
mısınız?..
- Oruç kelimesinin Arapçası savmdır.Lügat
olarak, menetmek, nefsi arzu duyduğu şeylerden sakındırmak, tutmak, bir şeyi
yapmamak mânâlarında kullanılır. Orucun şer’î tarifi ise şöyledir: Oruç tutmaya
ehliyetli bir kimsenin imsak vaktinden iftar zamanına kadar vücudun bâtın
hükmünü hâiz olan iç kısmına bir şey idhal etmek ve cima yapmaktan ibadet
niyetiyle kendini tutması yâni menetmesidir. Bu tarife göre, yemek-içmek
dışındaki idhaller de orucu bozar. Meselâ iğne yapmak ve benzeri şekilde vücuda
bir şey idhal etmek orucu bozar. Ancak, son zamanlarda verilen fetvalara göre,
beslenme dışında kalan ve tedavi için yapılan iğneler orucu bozmaz. Fakat
ihtiyatlı olmak üzere oruçlu iken iğne yaptırmamak, lüzumu halinde iftardan
sonra yaptırmak, zaruret olduğu takdirde kaza etmek evlâdır.
- Savm ile Ramazan arasında nasıl bir irtibat
vardır?
- Ramazan ayının Oruca tahsisi
dikkat edilirse savm yani oruç ile Ramazan kelimeleri arasında manevî bir
irtibat vardır. Ramazan, yakan, meşakkat ve ızdırap veren, temizleyen, arıtan
demektir. Savm ise tutmak, menetmek, yasaklamak demektir. Gerek Ramazan ve
gerekse savm kelimelerinin ifade ettiği manalarda iştirak noktası; meşakkat,
ızdırap, temizlik ve korunmadır. Bunların hepsi nefs-i emmâreye karşı alınan
tedbirlerdir ki, tatbikatı ancak sabır sıfatıyla gerçekleşir. O halde orucun
insan vücudu üzerinde ne gibi tıbbî ve psikolojik tesirler meydana getirdiği,
araştırılmağa değer bir konudur. Binaenaleyh yukarıda izah etmeye çalıştığımız
sebeplerle Ramazan ayı oruca, oruç da Ramazan ayına tahsis edilmiştir.
-Ramazan ayının bütün senenin mevsimlerini
dolaşmasının sebebi nedir?
- Bilindiği gibi Ramazan ayı,
senenin bütün mevsimlerini dolaşır. Bunun tabiî sebebi, orucun kamerî ay hesabına
göre tutulmasıdır. Bugün tatbikatta iki çeşit takvim sistemi vardır. Birisi
şemsî takvimdir ki, güneşin hareketine göre ayarlanmıştır. Güneş takvimine göre
ayların yeri değişmez. Aylar her sene aynı mevsimde gelir. Zira dünya üzerinde
mevsimlerin teşekkülü, gece ve gündüz değişimi, dünyanın güneş etrafında eğik
olarak dönmesinden meydana gelir. Eğer oruç, güneş takvimine göre tutulmuş
olsaydı, o zaman Ramazan ayı her sene aynı mevsime isabet edecekti.
İkincisi kamerî takvimdir ki,
ayın gök yüzündeki seyrine göre ayarlanmıştır. Bir kamerî ay, “Hilâlin iki
zuhuru arasındaki müddettir” diye tarif edilir. Buna göre hilâlin iki zuhurunu
ve iki zuhuru arasındaki müddeti incelememiz gerekir:
1- Hilâlin iki zuhuru, dünyanın
her yerinde aynı saatte vuku bulmadığından İslâm memleketlerinde her sene
Ramazan ayının ilk günü farklı olarak tesbit ediliyor.
2- Hilâlin iki zuhuru arasındaki müddet de
kesin değildir. Bunun içindir ki, kamerî ayların bazısı 29 bazısı da 30 gün
olarak hesaplanır. Bu itibarla Ramazan ayının 29 veya 30 gün olması muhtemeldir.
Onun için Ramazan bazan 29 bazan da 30 olur.
3- Kamerî sene ile şemsî sene
arasında 10 gün kadar bir fark vardır. Yani kamerî sene, yaklaşık olarak 355
gün kabul edilir. Buna göre arta kalan 10 gün, gelen seneye eklenir.
- Ramazan ayı kaç senede bir devir yapar? Bir
de her Ramazan ayında başlama gününe dair bir ihtilaf yaşanıyor. Bunun önüne
geçmek mümkün değil mi?
- Bu sebeple Ramazan ayı her sene
10 gün önce gelmek suretiyle takriben 36 senede bir devir yapar. Yani 36 sene
sonra aynı mevsime rastlar. Böylece Ramazan orucu, senenin bütün mevsimlerini
dolaşır, durur. Her sene Ramazan ayında bütün Müslümanların müşahede ettikleri
gibi, Orucun ilk günü hakkında zaman ihtilâfı ortaya çıkmaktadır. Oruç, bazı
memleketlerde bir gün önce veya sonra tutulmaktadır. Dinî nasslara göre, “hilâli
görüp oruç tutmak ve yine hilâli görüp bayram yapmak” esastır. Hilâlin görülme
keyfiyeti de tabiatıyla her memlekette farklıdır. Türkiye’de Ramazan ayının
ibtidası/başlaması takvimdeki hesaba göre yapılır.
- Acaba bu karışıklık halledilemez mi?..
- Bu meselenin halli mümkündür.
Ancak halledilebilmesi özel bir araştırmaya muhtaçtır. Şöyle ki, ilk önce bütün İslâm memleketlerinden
seçilmek şartıyla, dinî ilimler ve astronomi ilminde mütehassıs âlimlerden
teşekkül edecek bir ilim heyeti kurulur. Bu heyet meselâ İstanbul gibi
çalışmaya elverişli bir şehirde toplanır. Yapılacak işin plânını yapar. Sonra
her İslâm memleketinde, o memleketin coğrafî yapısına göre bir yahut iki veya
ihtiyaç halinde üç yerde olmak üzere birer gözetleme merkezi tesbit eder. Beş
senelik bir proje hazırlar. Hilâlin zuhurunu, her ayın kaç gün olduğunu tesbit
eder. Sonra bunlar birleştirilir. Bu merkezler devamlı şekilde birbirleriyle
irtibat halinde bulunurlar. Netice olarak ayın hangi memleketlerde bir gün
önce, hangi memleketlerde bir gün sonra görüldüğü tesbit edilmiş olur. Farklı
bir durum ortaya çıktığı takdirde, bütün İslâm memleketleri yaklaşık olarak iki
bölgeye ayrılır. Sonra bu ayırım eğer bazı devletlerde ikiliğe sebep olacaksa,
o zaman yarıdan fazlasında hilâl görülen memleketin hepsinde görülmüş, yarıdan
fazlasında görülmeyen memleketin hepsinde görülmemiş kabul etmek suretiyle
siyasî bütünlük arzeden memleketlerde birlik sağlanmış olur.
-Hocam senenin her mevsiminde oruç
tutulmasının hikmetini biraz daha detaylandırabilir misiniz?
- Ramazan ayının belli bir
mevsimde olmayıp senenin her mevsimini dolaşması meselesini şöyle ifade edeyim.
Oruç, aslında nefsi terbiye etmek için konulmuş bir ibadettir. Bu bakımdan,
senenin her mevsimini dolaşmasında fayda vardır. Zira oruç, devamlı olarak
senenin en uzun günlü aylarından birinde tutulsa idi, insan nefsinin her sene
ona tahammül etmesi bir hayli güç olurdu. Zira senenin en uzun günleri aynı
zamanda en sıcak günleridir. Bunun tersi olarak, en kısa günlerde tutulsaydı,
bu sefer de orucun hikmetinden olan nefis terbiyesi ve meşakkat tahakkuk
etmeyecekti. Keza senenin vasat uzunlukta ve vasat sıcaklıkta olan aylarından
birinde tutulduğu takdirde de nefis terbiyesi kısa günlerdeki kolaylık hikmeti
tahakkuk etmeyecekti. Diğer taraftan belli bir mevsimde tutulması, bir nevi
yeknesaklık olacak, Müslümanlar o aylarda devamlı bir şekilde gündüz
zevklerinden mahrum kalacaklardı. Bu hususta, dünyamızın coğrafî bölgelerinin
özellikleri de dikkate alınacak bir husustur. Kısaca diyebiliriz ki, bu
saydığımız hikmetlerin dışında kalan daha nice hikmetler sebebiyle kâdir-i
mutlak olan Allah Teâlâ, orucu bu şekilde emretmiştir. Doğru yol, bu esasa
uymaktır.
- Ramazan Ayının mübarekliği ve kudsiyeti
nereden geliyor?
- Ramazan ayı, bir senelik
zamanın on ikide biri olduğuna göre, kudsiyet zamana izafe edilmiş oluyor.
Allah’ın mahlûku olan zamanın kudsiyeti veya mübarekliği ne demektir? Bunu izah
edelim, İslâm dininde bazı zamanların diğerlerine nisbetle daha mübarek olduğu
beyan edilmiştir. Buna göre senenin faziletli ayı Ramazan, her ayın faziletli
günleri; başı, ortası ve sonu. Haftanın faziletli günü Cuma, Cumanın da en
mübarek saati namaz zamanıdır. Ramazan ayının mübarek oluşunun sebepleri
şunlardır:
1 -Kur’ân’ın bu ayda inmesi,
2 - Kadir gecesinin bulunması,
3 - Oruç ayı olması.
Kur’ân’ın Nüzulü: Kur’ân-ı Kerîm,
ilk önce Allah Teâlâ’nın irade ve tekellümü ile Levh-i Mahfuz’da vücut
bulmuştur. Sonra, toplu halde dünyaya en yakın sema olduğu söylenen Beytü’l-İzze’ye
indirilmiş, daha sonra da Cibril-i Emîn vasıtasıyla vahiy olarak Resûlüllâh
(s.a.v.)’in kalb-i saadetlerine nakşedilmiş ve Resûlüllâh aldığı vahiyleri
ümmetine lisanen tebliğ etmiş ve aynı anda “Vahiy Katipleri”ne de yazdırmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in, “Levh-i Mahfuz”dan Beytü’l-İzze’ye toplu olarak inişi
Ramazan ayında ve Kadir Gecesi’nde vaki olduğu gibi, ilk olarak Resûlüllâh
(s.a.v.)’e gelişi de Ramazan ayında ve Kadir Gecesi’nde olmuştur. “Kendisinde
Kur’ân indirilen Ramazan ayı...” (Bakara: 185), “Biz onu Kadir Gecesi’nde
indirdik...” (Kadir/1), “Biz onu mübarek bir gecede indirdik..” (Duhân/44)
âyetlerinde beyan edildiğine göre, Kur’ân-ı Kerim Ramazan ayında, Kadir
Gecesinde ve mübarek bir gecede indirilmiştir ki, Kadir Gecesi ile mübarek gece
aynı gecedir ve bu gece de Ramazan ayındadır. Ramazan ayının kudsiyetinin ve
faziletinin birinci hikmeti, budur.
İkinci hikmeti de, bin aydan daha
efdal olduğu Kur’ân’da beyan edilen Kadir Gecesinin Ramazan ayında
bulunmasıdır.
Üçüncü hikmeti ise, gayesi nefis
terbiyesi olan Oruca tahsis edilmesidir. Bu yüce hikmetlerin mahiyeti
düşünülürse, Ramazan ayının ehemmiyeti kendiliğinden ortaya çıkar. Çıkar amma,
o zaman da dil, onun büyüklüğünü ve kudsiyetini ifadeden âciz kalır. Bunların
hepsi birer ilâhî tasarruftur. Allah’tan hidâyet ve inkiyad niyaz ederiz.
***
-Efendim malumunuz Ramazan diğer bir yönüyle
infak ayı. Ramazan ayına has olmasa da zekât konusu bu ayda sık sık gündeme gelir.
Zekât nerelere verilir?
- Zekâtın
nerelere verileceği Tevbe Sûresi’nin 60. ayetinde şöyle anlatılır:
Zekâtlar Allah’ın emrettiği bir
farz olarak;
1. Yoksullara,
2. Düşkünlere,
3. Zekât toplayan memurlara,
4. Gönülleri İslâm’a
ısındırılması düşünülen kimselere,
5. Esirlik ve kölelikten
kurtulmak isteyen esirlere ve kölelere,
6. Borcuna karşılık malı olmayan
borçlulara,
7. Allah yolunda
çalışanlara(cihad edenlere),
8. Parasız kalmış yolculara
verilir.
Ayette açık bir şekilde sayılmış
olan bu 8 yere zekât, dört halife/emir devrinde devlet eliyle verilirdi. Daha
sonra gelen Müslümanların idare ettiği devletler bu geleneği değiştirdi ve
zekât vermeyi bir ibadet olarak mükelleflere bıraktı. Bu sebeple ilk uygulamada
fakirlere zekâtın sadece yüzde 25’i ayrılıyor ve onlara veriliyordu.
Bugün devrimizde,
3. sırada yer alan zekât toplayan
memur yok.
4. sırada gelen “Gönülleri İslâm’a
ısındırılması düşünülen kimseler” tam olarak belli değil ve bunları kim
belirleyecek?
5. sıradaki “Esirler ve köleler”i
nereden bulacağız?
6. sıradaki “Borcuna karşılık
malı olmayan borçlular”ı bulursak onlara zekât verebiliriz.
7. sırada bulunan “Allah yolunda
çalışanlara (cihad edenlere)” ordu ve talebe girer; orduyu devlet beslediğine
göre talebeye zekât verilir.
8. sırada yer alan “Parasız
kalmış yolculara” rastlarsak onlara da zekât verebiliriz.
Netice olarak derim ki, vermemiz
gereken zekâtın yüzde 25’ini fakirlere ayırdıktan sonra geri kalan kısmını,
bugün amme hizmeti yapan vakıflara, derneklere, okullara, hastanelere ve
benzeri kuruluşlara verebiliriz. Adı geçen bu müesseselerin ihtiyaç duyduğu bir
âleti ve edevatı alabiliriz. Zira insanın ihtiyacı sadece yeme, içme,
giyinmeden ibaret değildir.
Öğrenciye okul, yurt, kitap, hoca
temin etmek bir hayır işidir. Hastayı tedavi ettirmek, bu maksatla hastane
yaptırmak. hastane için gerekli âlet, edevat ve ilaçlarını alıvermek; bunların
hepsi için zekât vermek caizdir.
Zekât parasıyla yapılan
hastanelerden, okul ve yurtlardan bazı hallerde zenginlerin faydalanması da
caizdir. Zira bu müesseseler umum içindir. Asıl olan millete ve insanlığa
hizmettir.
***
MERHUM PROF. DR. ALİ ÖZEK’İN EĞİTİM VE İLİM
HAYATI
Hocaların hocası muhterem Prof. Dr. Ali Özek
ile başladığımız Ramazan sohbetinin yönünü eski Türkiye’de yaşananlara
çevireceğiz. Olaylar eski olsa da hoca efendi çekilen sıkıntıları hatırladıkça
hisleniyor, hislendikçe iç geçirerek anlatıyor. Bize de bugünün Türkiye’sinin kıymetini daha
iyi anlamak düşüyor...
- Hocam sizin hayatınızın önemli dönüm
noktalarından birisi de Mısır yolculuğunuz. 1950’de vukû bulan bu hadiseyi
anlatır mısınız?
- O yıllarda Hac serbest olmuştu
ve gemiyle gidilebiliyordu. Hacca gitmek için müracaat ettik. Fakat asıl
niyetimiz Mısır’a gitmek. Bürokraside etkili Halk Partili bir büyüğümüz vardı,
Hacı Raif Bey isminde; o bizim işlerimizin yürümesini sağlıyordu. Pasaportumuzu
almak üzere emniyete gittiğimizde, polis şefi bize ters ters baktı ve ‘siz,
gerçekten Hacca mı gideceksiniz; bu yaşta Hacca gidilir mi?!’ diye sordu. Dedik
ki, ‘biz de Hacla mükellefiz’. Adam kızdı, köpürdü ama evrakımızı da imzaladı.
Nihayet bindiğimiz gemiyle birçok
sıkıntı yaşayarak Mısır’a ulaştık. O dönemde Mısır’da 4 milyon Türk yaşıyor.
Fakat ismi Türk olan bu insanlar Nasır’ın Arap milliyetçiliği politikası
yüzünden Türkçeyi unutmuş.
Bu arada, merhum son Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi ve büyük âlim Zahidü’l-Kevserî , Ezher müderrislerinden
Konyalı Ali Zeki Efendi ve Trabzonlu Şemseddin Efendi gibi şahsiyetlerle de
görüşüp tanışma fırsatı bulduk.
O dönemde 80 küsur yaşlarında
olan Mustafa Sabri Efendi’yle büyük bir yakınlık kurduk. Vefatında cenazesini
kılmak ve defnetmek de bize nasip oldu.
- Mısır Ezher Üniversitesi’nde eğitiminize
devam ederken Türkiye’den gelen heyete mihmandarlık etmişsiniz...
- 1955’te Başbakan Adnan
Menderes, Mısır’a 15 kişilik bir iyi niyet heyeti göndermişti. O sıralar
Türkiye, İran, Irak, Pakistan, Afganistan arasında Bağdat Paktı kurma
çalışmaları vardı ve Mısır da buna dahil edilmeye çalışılıyordu. Fakat Devlet
Başkanı Cemal Abdü’n-Nasır buna karşı çıkıyordu. Ali Fuat Cebesoy Paşa başkanlığındaki
Türk heyetinde Ahmet Emin Yalman, Ali Naci Karacan, Mümtaz Faik Fenik gibi
gazeteciler de vardı.
Biz Ezher’de okuyan Türk
öğrencileri temsilen beş kişilik bir heyet seçtik; heyetin kaldığı
Inter-Continental oteline gittik ve bir de çiçek yaptırıp yukarı kata
gönderdik. Ali Fuat Paşa, çiçeği alır almaz ‘derhal gelsinler’ demiş. Çıktık,
tanıştık; kendimizi takdim ettik.
Benim çok iyi Arapça bildiğimi
öğrenince dedi ki; ‘gezi boyunca benimle beraber olacaksın ve bize tercümanlık
yapacaksın’. Ve gezi boyunca birlikte dolaştık.
Paşayı, Revâku’l-Etrâk’a (Osmanlı’dan
kalan vakıflar tarafından finanse edilen Türk öğrencilerin kaldığı yurt) davet
ettik. Bizi kırmadı. Tabi bu arada Türk öğrencilerin sıkıntılarını da dile
getirmeyi ihmal etmedik. O yıllarda
yaşadığım ve çok etkilendiğim bu hatırayı unutmam hiç mümkün değil.
- Hocam 1957’de Mısır’daki eğitiminizi
tamamlayarak Türkiye’ye döndüğünüzde nelerle karşılaştınız? Milli Eğitim Bakanı
Hasan Ali Yücel’in “Bir saatte müezzinlik,
bir saatte imamlık öğretirim” meselesi nedir?..
- İzmir Kestanepazarı Kur’an
Kursu’nda hocalık yapmaya başladım. Bir süre sonra askerlik meselesi gündeme
geldi. Fakat Ezher Üniversitesi’nden aldığım diploma Milli Eğitim Bakanlığı
tarafından kabul edilmediğinden, askerliği er olarak yapmam gerekiyor. Bu
yüzden dışarıdan lise bitirme sınavlarına girerek Burdur Lisesi’nden diploma
aldım. Askerliğimi yedek subay olarak yaptım. Ardından İstanbul’a gelerek,
İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde ücretli Arapça dersi (yine Ezher diploması
geçerli olmadığından) vermeye başladım.
Bu arada 27 Mayıs 1960 İhtilali
gerçekleşmiş, Adnan Menderes ve arkadaşları Yassıada Mahkemelerinde
yargılanarak idam edilmişlerdi. İhtilal sonrasının İnönü Hükûmeti,
İmam-Hatipler üzerindeki baskısını iyiden iyiye yoğunlaştırdı.
Milli Eğitim Bakanlığı, Hasan Ali
Yücel’in başkanlığını yaptığı üç kişilik bir teftiş heyetini İstanbul İmam
Hatip Lisesi’ni denetlemek üzere gönderdi. Söz konusu heyet 10-15 günlük bir
çalışmadan sonra bir rapor hazırladı. Bu arada hepimizle görüştüler. Nihayet,
bir değerlendirme toplantısı tertip ettiler. Heyet başkanı sıfatıyla Hasan Ali
Yücel bir konuşma yaptı ve ‘artık Türkiye’de İmam-Hatiplere bundan böyle
ihtiyaç kalmadığını ve bu okulların kapatılmaları gerektiğini’ söyledikten sonra
aynen şöyle dedi: ‘Ben bir kişiyi bir saatte müezzin, bir saatte de imam
yaparım!’
Toplantıda İmam-Hatip okullarının
kuruluşunda büyük katkısı olan İlim Yayma Cemiyeti’nin temsilcileri de vardı.
Onlardan biri olan rahmetli doktor Niyazi Kurtulmuş beyefendi ayağa kalktı; ‘efendim,
mesele imam, müezzin yetiştirme meselesi değil, ilim meselesidir; dinin nasıl öğrenileceği,
dinî ihtiyaçların nasıl karşılanacağı meselesidir’ diye itiraz etti.
Hasan Ali Yücel cevaben; ‘efendim
İlahiyât Fakültesi var’ dedi. (Tabi, ilk zamanlar İlahiyat Fakültesi, Yüksek
İslâm Enstitüsü’nden biraz farklı idi.) Doktor Niyazi beyefendi, ‘hayır
efendim, İlahiyat’ta okuyanlar da yeterince dini öğrenemiyorlar’ deyince; iki
İlahiyat mezunu hoca yerinden fırladı. İtirazlar, sataşmalar, derken ortalık
karıştı; kavga, gürültü başladı, sandalyeler havada uçuştu. Tabi toplantı da
bitmiş oldu.
İşte Hasan Ali Yücel’in Milli
Eğitim Bakanlığı’na sunduğu ‘artık İmam-Hatiplere gerek kalmamıştır’ şeklindeki
rapor ve bu raporda ileri sürdüğü gerekçeler, o günden itibaren İmam Hatip
okullarına yapılan itirazların dayanağı oldu. Çünkü Hasan Ali Yücel, İmam Hatip
Okulları aleyhine söylenebilecek ne varsa o rapora yazdı.
-
1962-1963 ders yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne Arap Dili ve Edebiyatı
öğretim üyesi olarak tayin oldunuz. Ezher diplomasının Türkiye’de kabul
edilmesi yönünde bir ara formül üretildi. Bu nasıl oldu?
- O sırada, başta İnönü hükûmeti
vardı ve Milli Eğitim Bakanı da rahmetli Şevket Raşit Hatiboğlu idi. Halk
Partili olmasına rağmen İmam Hatiplere ve Yüksek İslam Enstitüsü’ne çok büyük
hizmeti olan bir zât idi. Mesela; Talim Terbiye Kurulu, Ezher diplomalarını
reddetmesine rağmen, yetkisini kullanarak beni (e) cetvelinden Arapça muallimi
olarak Yüksek İslâm’a tayin etti.
Şevket Raşit Hatiboğlu aynı
zamanda bugünkü İlahiyat Fakültesi’nin Bağlarbaşı’ndaki yerini bize kazandıran
insandır.
Hatiboğlu, İmam-Hatip liseleri
meselesi yüzünden İnönü’ye ters düşmüştü. İnönü’nün, İmam-Hatiplerin sayısının
azaltılması ve hatta bu okulların tamamen kapatılması talimatını
dinlemediğinden onunla arası açıldı. Bu hadiseler üzerine istifasını istedi.
Görevden ayrılmadan önce de bize bir adam gönderdi, 500 bin liralık bir çekle
birlikte. Ben gitmeden Yüksek İslâm Enstitüsü için bir yer bulun ve satın alın
diye. Nihayet Üsküdar/Bağlarbaşı’ndaki bugünkü yer bulundu, satın alındı ve
gereken işlemler yapıldı. Bakan olarak Şevket Raşit Bey de bunu tasdik ettikten
sonra istifa etti. Böylece Yüksek İslâm Enstitüsü, Fındıklı’da küçücük bir
ilkokulun üst katında faaliyetini sürdürmekte iken, 1966’da bu binalar
tamamlandıktan sonra bugünkü yerine taşınmış oldu. Velhasıl, Şevket Raşit
Hatiboğlu rahmetle ve minnetle anılması gereken muhterem bir insandır.
*
Hocaların hocasını daha fazla
yormamak için bu kadarla iktifa
ediyoruz. Kim bilir belki başka bir Ramazan kaldığımız yerden devam
ederiz...
***
Prof. Dr. Ali Özek hoca efendi ile zaman
zaman Fatih’teki İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nda (İSAV) hal hatır hasbihâli
gerçekleşsek de söyleşimize kaldığımız yerden devam etme fırsatı bulamadık. Bir
Ramazan gününde, 17 Nisan gecesi aldığımız acı haberle “İnnâ lillâhi ve innâ
ileyhi râciûn” ayeti gönlümüzden dilimize firar etti. Efendimizin buyurduğu
üzere bir âlimin ölümüyle bir kez daha âlemin ölümü gerçekleşti.
Ruh şâd, mekânı Cennet, makamı âli olsun.