Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
19 Nisan 2021

Âlimin ölümü âlemin ölümüdür

Hocaların Hocası Prof. Dr. Ali Özek vefat etti

Tedavi gördüğü hastanede 89 yaşında vefat eden İslâmî İlimler Araştırma Vakfı (İSAV) Başkanı Prof. Dr. Ali Özek, bugün öğle namazını müteakip Fatih Camii’nde kılınacak cenaze namazının ardından memleketi Muğla’da son yolculuğuna uğurlanacak. Mekânı Cennet, makamı âli olsun. Hocaların hocası Özek ile 2019 yılında “11 Ayın Sultanı Ramazan”a dair gerçekleştirdiğimiz röportajı aziz bir hatıra olarak istifadenize sunuyoruz.

SABRİ GÜLTEKİN

[email protected]

Ramazan ayına dair konuşmak için Prof. Dr. Ali Özek hoca efendi ile Fatih’teki İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nda (İSAV) buluşuyoruz. Ramazan ikliminin üzerimize gölgesinin düştüğü günün ortasında kapısını çaldığımızda bizi tebessüm ederek karşılıyor. 87 yaşında olmasına rağmen hâlâ fîsebîlillah cehdiyle hizmetlerine devam ediyor. Yaptıkları ve yapacaklarını anlatırken dâvâ adamlığı ve hizmet ehli olmanın ipuçlarını veriyor.

Peki kimdir Ali Özek?

Ayrıntıya girmeden kısaca tanımaya çalışalım.

*

1932’de Muğla’nın Fethiye kazasına bağlı Doğanlar köyünde doğmuş. Babası Hacı Şakir Bey, annesi Nazmiye Hatun. Sülaleleri Mucuklar diye bilinirmiş. Mucuklar bölgeye Çankırı dolaylarından, oraya da Türkistan’dan gelmişler. Önce Antalya ilinin Elmalı ilçesi Eskihisar köyüne yerleşmişler.

Kendi köyünde ilkokul olmadığından Çaltılar İlkokuluna kaydolup 1941’de bu okuldan mezun olan Ali Özek, dinî bilgiler öğrenmek amacıyla Antalya’nın Kayabaşı köyüne gelmiş ve Ömer Ali Hafız’dan Kur’an öğrenmeye başlamış. Kur’an eğitimini burada sürdürerek 1944’te hıfzını tamamlamış.

Elmalı’daki Sinân-ı Ümmî Medresesi’nden Sinân-ı Ümmî’ler, Niyazi-i Mısrî’ler, Hak Dini-Kur’ân Dili isimli tefsirin müellifi merhum Hamdi Yazır gibi ilim insanları yetişmiş. Âlimler yatağı Elmalı’ya yolunu düşüren Ali Özek hoca efendi bu ilim havzasından nasiplenme bahtiyarlığına erişmiş.

*

Yıl 1950’yi gösterdiğinde Ali Özek için artık başka bir ülkeye hicret etme vaktidir. Bütün zorluklara rağmen şartları zorlayarak Yavuz Sultan Selim’in fethettiği Mısır’ın yolunu tutar.

İlim çalışmalarının temelini atacağı Kahire el-Ezher Üniversitesi’nı bitirdikten sonra aynı üniversitede Kur’an ve Hadis ilimleri üzerine mastır yapar.

1957’de Türkiye’ye döndüğünde ilk hocalık deneyimini İzmir Kestanepazarı Kur’an Kursu’nda yaşar. Askerlik görevini ifâ ettikten sonra bu kez yolunu İstanbul İmam-Hatip Lisesi’ne düşürür. Burada attığı ilmî tohumlar fideye daha sonra ise çınara dönüşür.

Daha sonra kendisine İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne Arap Dili ve Edebiyatı’nda öğretim üyeliği kapısı açılır. İlmin sonsuz bir hazine olduğunu idrak eden hoca, bu dönemde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nü bitirir.

Artık ilim halkasını genişletmenin vakti gelmiştir. Bunu yapmanın yolu da vakıflaşmaktır. 1970 yılında 48 arkadaşıyla İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nı (İSAV) kurar.

1973’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden edebiyat doktoru unvanını alır. 1979 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne müdür olunca Enstitü Vakfı’na da başkan olur. Buradaki vaazlarıyla birçok insanın gönlünü kazanır.

1986’da doçent, 1991’de de profesör olur.

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalında Tefsir ve Belagat dersleri vermekte iken 1998 senesinde emekli olur.

*

Tevâfuka bakın ki, Elmalı’da ilim tahsiline başlayan Ali Özek hoca efendinin yolu yıllar sonra Almatı’ya düşmüş. Rahmetli Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde başlayan yolculuk bereketli bir hizmet kervanına dönüşmüş.

1994 yılında Almatı Devlet Dünya Dilleri Üniversitesi’nde öğretim üyesi olmuş. Orta Asya Medeniyet Vakfı adına Kazakistan’ın Almatı’da Yabancı Diller ve Meslekî Kariyer Üniversitesi’ni kurup, uzun bir süre rektörlüğünü yürütmüş.

İlimde olduğu gibi hayır işlerinden de hiçbir zaman emeğini esirgemeyen Prof. Dr. Ali Özek hoca efendi, Türkiye’de ve yurtdışında birçok cami ve Kur’an kursunun yapılmasına öncülük yapmış. Kazakistan’ın Almatı şehrinde Almatı Merkez, Esik, Uzunağaç, Türgen ve Karakemer Camilerinin inşalarını organize etmiş.

*

Prof. Dr. Ali Özek hoca efendinin telif ettiği Hadis Ricâli, İslâm’da Niyet, İslâm’da İbadet/İlmihal eserleri ile Arapça’dan dilimize kazandırdığı Muhammed Kutub’un İslâm’ın Etrafındaki Şüpheler ve İslâm Terbiye Metodu, Abdullah Draz’ın İslâm Hakkında Bazı Görüşler, Abbas Mahmud el-Akkad’ın Hz. Ebû Bekir’in Şahsiyeti ve Dehâsı gibi kitapları ilmi açıdan bir neslin başucu eserleri olmuştur. İmam Ebû Yusuf’un Kitâbü’l-Harac çevirisi ise köşe taşı eserler arasındadır. Evli ve üç çocuk babası olan Özek, Arapça, İngilizce ve Rusça dillerini bilmektedir.

***

76967_9bc6448c5bcf1a7f2e51edb47baeca09.JPG

Hocaların Hocası Prof. Dr. Ali Özek:

“Oruç ateşten koruyan bir kalkandır”

-Hocam rahmet, bereket ve mağfiret ayı Ramazan’a kavuştuk. Bu ayın en büyük alâmeti nedir?

- Mübarek Ramazan, senenin hangi mevsiminde gelirse gelsin, hangi mahalde idrak edilirse edilsin, bu aya girenin yaşı ne olursa olsun, daima bir neşeye vesile olur. Ramazan-ı şerifin kutsiyetine en büyük alâmet, gelişiyle insanlara huzur ve saadet duyguları aşılamasıdır. Bu duygular, sadece Ramazan ayına mahsus manevî tezahürlerdir. Çünkü Ramazan, Peygamberimizin en büyük mucizesi Kur’ân-ı Kerîm’in nüzulüne sahne olmuştur. Ramazan ayı, ilk önce Kur’ân ayı olmuş, sonra da oruca tahsis edilmiştir.

-Bu ayda çekilen açlığın amacı nedir? Bu terbiye metodunu nasıl anlamak gerekir? Yedi yıl Ezher’de eğitiminize ilaveten İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin Arap-Fars Dilleri bölümünü bitirip doktoranızı da orada tamamlamış olmanız hasebiyle kelimeleri, kavramları çok dikkatli kullanıyorsunuz. Sohbetlerinizde zaman zaman bazı kelimelerin köklerine, etimolojik yapısına inme lüzumunu hissediyorsunuz. Bu konuyu dilcilik bilgilinizle nasıl izah edersiniz?

- Kelime olarak Ramazan, Arapça bir kelime olup “Ramad” kökünden gelmektedir. Arap dilcileri bu kelime üzerinde dikkatle durmuşlar, kelimenin Arapçada hangi mânâlarda ve ne şekilde kullanıldığını araştırmışlardır.

Birincisi, Ramazan “Ramad” fiilinden alınmıştır. Ramad, güneşin şiddetli hararetinden dolayı taşların kızması, kor gibi yakıcı bir hal almasıdır. İşte Arapçada böyle kızgın yerlere “Ramda” denir. Bu şekilde kızgın yerlerde gezen kimselerin ayakları yanar. Buna göre oruç ayına Ramazan denmesi, açlık ve susuzluk sebebiyle çekilen ızdırapları ifade etmek içindir ki çekilen hararet, ızdırap ve meşakkatlerle günahlar yakılır. Bir rivayete göre çok eski zamanlarda Araplar, ayların isimlerini verirlerken, her ayı tesadüf ettiği mevsimlere göre adlandırmışlar. O sene en sıcak mevsime tesadüf eden ayın adına “Ramazân” demişler.

İkincisi, Ramazan kelimesi Esmâ-i Hüsnâ’dan, yani Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Bunun için bu aya sadece “Ramazan” demek doğru değildir. Doğrusu “Ramazan ayı”dır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de “Şehru Ramazan” denilmiştir. Netice olarak görülüyor ki, kelimenin lügat manası ile ıstılah manası arasında ilgi çekici bir irtibat vardır. Şöyle ki: Oruç tutmak gerçekte açlık ve susuzluk eleminden yanıp tutuşmaktır. Bilindiği gibi vücudun susuzluk sebebiyle yanması, havanın sıcak veya soğuk olmasına bağlı değildir. Bu yanma, aslında bir ızdırabtır. Çekilen bu ızdırab ise, günahlara kefaret olacaktır. Çünkü Resûlullâh (s.a.v.) bu mânayı aşağıdaki hadîs-i şeriflerinde açık olarak beyan etmişlerdir: “Oruç ateşten koruyan bir kalkandır.”

- Hocam orucun şer’î tarifini yapar mısınız?..

- Oruç kelimesinin Arapçası savmdır.Lügat olarak, menetmek, nefsi arzu duyduğu şeylerden sakındırmak, tutmak, bir şeyi yapmamak mânâlarında kullanılır. Orucun şer’î tarifi ise şöyledir: Oruç tutmaya ehliyetli bir kimsenin imsak vaktinden iftar zamanına kadar vücudun bâtın hükmünü hâiz olan iç kısmına bir şey idhal etmek ve cima yapmaktan ibadet niyetiyle kendini tutması yâni menetmesidir. Bu tarife göre, yemek-içmek dışındaki idhaller de orucu bozar. Meselâ iğne yapmak ve benzeri şekilde vücuda bir şey idhal etmek orucu bozar. Ancak, son zamanlarda verilen fetvalara göre, beslenme dışında kalan ve tedavi için yapılan iğneler orucu bozmaz. Fakat ihtiyatlı olmak üzere oruçlu iken iğne yaptırmamak, lüzumu halinde iftardan sonra yaptırmak, zaruret olduğu takdirde kaza etmek evlâdır.

- Savm ile Ramazan arasında nasıl bir irtibat vardır?

- Ramazan ayının Oruca tahsisi dikkat edilirse savm yani oruç ile Ramazan kelimeleri arasında manevî bir irtibat vardır. Ramazan, yakan, meşakkat ve ızdırap veren, temizleyen, arıtan demektir. Savm ise tutmak, menetmek, yasaklamak demektir. Gerek Ramazan ve gerekse savm kelimelerinin ifade ettiği manalarda iştirak noktası; meşakkat, ızdırap, temizlik ve korunmadır. Bunların hepsi nefs-i emmâreye karşı alınan tedbirlerdir ki, tatbikatı ancak sabır sıfatıyla gerçekleşir. O halde orucun insan vücudu üzerinde ne gibi tıbbî ve psikolojik tesirler meydana getirdiği, araştırılmağa değer bir konudur. Binaenaleyh yukarıda izah etmeye çalıştığımız sebeplerle Ramazan ayı oruca, oruç da Ramazan ayına tahsis edilmiştir.

-Ramazan ayının bütün senenin mevsimlerini dolaşmasının sebebi nedir?

- Bilindiği gibi Ramazan ayı, senenin bütün mevsimlerini dolaşır. Bunun tabiî sebebi, orucun kamerî ay hesabına göre tutulmasıdır. Bugün tatbikatta iki çeşit takvim sistemi vardır. Birisi şemsî takvimdir ki, güneşin hareketine göre ayarlanmıştır. Güneş takvimine göre ayların yeri değişmez. Aylar her sene aynı mevsimde gelir. Zira dünya üzerinde mevsimlerin teşekkülü, gece ve gündüz değişimi, dünyanın güneş etrafında eğik olarak dönmesinden meydana gelir. Eğer oruç, güneş takvimine göre tutulmuş olsaydı, o zaman Ramazan ayı her sene aynı mevsime isabet edecekti.

İkincisi kamerî takvimdir ki, ayın gök yüzündeki seyrine göre ayarlanmıştır. Bir kamerî ay, “Hilâlin iki zuhuru arasındaki müddettir” diye tarif edilir. Buna göre hilâlin iki zuhurunu ve iki zuhuru arasındaki müddeti incelememiz gerekir:

1- Hilâlin iki zuhuru, dünyanın her yerinde aynı saatte vuku bulmadığından İslâm memleketlerinde her sene Ramazan ayının ilk günü farklı olarak tesbit ediliyor.

2- Hilâlin iki zuhuru arasındaki müddet de kesin değildir. Bunun içindir ki, kamerî ayların bazısı 29 bazısı da 30 gün olarak hesaplanır. Bu itibarla Ramazan ayının 29 veya 30 gün olması muhtemeldir. Onun için Ramazan bazan 29 bazan da 30 olur.

3- Kamerî sene ile şemsî sene arasında 10 gün kadar bir fark vardır. Yani kamerî sene, yaklaşık olarak 355 gün kabul edilir. Buna göre arta kalan 10 gün, gelen seneye eklenir.

- Ramazan ayı kaç senede bir devir yapar? Bir de her Ramazan ayında başlama gününe dair bir ihtilaf yaşanıyor. Bunun önüne geçmek mümkün değil mi?

- Bu sebeple Ramazan ayı her sene 10 gün önce gelmek suretiyle takriben 36 senede bir devir yapar. Yani 36 sene sonra aynı mevsime rastlar. Böylece Ramazan orucu, senenin bütün mevsimlerini dolaşır, durur. Her sene Ramazan ayında bütün Müslümanların müşahede ettikleri gibi, Orucun ilk günü hakkında zaman ihtilâfı ortaya çıkmaktadır. Oruç, bazı memleketlerde bir gün önce veya sonra tutulmaktadır. Dinî nasslara göre, “hilâli görüp oruç tutmak ve yine hilâli görüp bayram yapmak” esastır. Hilâlin görülme keyfiyeti de tabiatıyla her memlekette farklıdır. Türkiye’de Ramazan ayının ibtidası/başlaması takvimdeki hesaba göre yapılır.

- Acaba bu karışıklık halledilemez mi?..

- Bu meselenin halli mümkündür. Ancak halledilebilmesi özel bir araştırmaya muhtaçtır. Şöyle ki, ilk önce bütün İslâm memleketlerinden seçilmek şartıyla, dinî ilimler ve astronomi ilminde mütehassıs âlimlerden teşekkül edecek bir ilim heyeti kurulur. Bu heyet meselâ İstanbul gibi çalışmaya elverişli bir şehirde toplanır. Yapılacak işin plânını yapar. Sonra her İslâm memleketinde, o memleketin coğrafî yapısına göre bir yahut iki veya ihtiyaç halinde üç yerde olmak üzere birer gözetleme merkezi tesbit eder. Beş senelik bir proje hazırlar. Hilâlin zuhurunu, her ayın kaç gün olduğunu tesbit eder. Sonra bunlar birleştirilir. Bu merkezler devamlı şekilde birbirleriyle irtibat halinde bulunurlar. Netice olarak ayın hangi memleketlerde bir gün önce, hangi memleketlerde bir gün sonra görüldüğü tesbit edilmiş olur. Farklı bir durum ortaya çıktığı takdirde, bütün İslâm memleketleri yaklaşık olarak iki bölgeye ayrılır. Sonra bu ayırım eğer bazı devletlerde ikiliğe sebep olacaksa, o zaman yarıdan fazlasında hilâl görülen memleketin hepsinde görülmüş, yarıdan fazlasında görülmeyen memleketin hepsinde görülmemiş kabul etmek suretiyle siyasî bütünlük arzeden memleketlerde birlik sağlanmış olur.

-Hocam senenin her mevsiminde oruç tutulmasının hikmetini biraz daha detaylandırabilir misiniz?

- Ramazan ayının belli bir mevsimde olmayıp senenin her mevsimini dolaşması meselesini şöyle ifade edeyim. Oruç, aslında nefsi terbiye etmek için konulmuş bir ibadettir. Bu bakımdan, senenin her mevsimini dolaşmasında fayda vardır. Zira oruç, devamlı olarak senenin en uzun günlü aylarından birinde tutulsa idi, insan nefsinin her sene ona tahammül etmesi bir hayli güç olurdu. Zira senenin en uzun günleri aynı zamanda en sıcak günleridir. Bunun tersi olarak, en kısa günlerde tutulsaydı, bu sefer de orucun hikmetinden olan nefis terbiyesi ve meşakkat tahakkuk etmeyecekti. Keza senenin vasat uzunlukta ve vasat sıcaklıkta olan aylarından birinde tutulduğu takdirde de nefis terbiyesi kısa günlerdeki kolaylık hikmeti tahakkuk etmeyecekti. Diğer taraftan belli bir mevsimde tutulması, bir nevi yeknesaklık olacak, Müslümanlar o aylarda devamlı bir şekilde gündüz zevklerinden mahrum kalacaklardı. Bu hususta, dünyamızın coğrafî bölgelerinin özellikleri de dikkate alınacak bir husustur. Kısaca diyebiliriz ki, bu saydığımız hikmetlerin dışında kalan daha nice hikmetler sebebiyle kâdir-i mutlak olan Allah Teâlâ, orucu bu şekilde emretmiştir. Doğru yol, bu esasa uymaktır.

- Ramazan Ayının mübarekliği ve kudsiyeti nereden geliyor?

- Ramazan ayı, bir senelik zamanın on ikide biri olduğuna göre, kudsiyet zamana izafe edilmiş oluyor. Allah’ın mahlûku olan zamanın kudsiyeti veya mübarekliği ne demektir? Bunu izah edelim, İslâm dininde bazı zamanların diğerlerine nisbetle daha mübarek olduğu beyan edilmiştir. Buna göre senenin faziletli ayı Ramazan, her ayın faziletli günleri; başı, ortası ve sonu. Haftanın faziletli günü Cuma, Cumanın da en mübarek saati namaz zamanıdır. Ramazan ayının mübarek oluşunun sebepleri şunlardır:

1 -Kur’ân’ın bu ayda inmesi,

2 - Kadir gecesinin bulunması,

3 - Oruç ayı olması.

Kur’ân’ın Nüzulü: Kur’ân-ı Kerîm, ilk önce Allah Teâlâ’nın irade ve tekellümü ile Levh-i Mahfuz’da vücut bulmuştur. Sonra, toplu halde dünyaya en yakın sema olduğu söylenen Beytü’l-İzze’ye indirilmiş, daha sonra da Cibril-i Emîn vasıtasıyla vahiy olarak Resûlüllâh (s.a.v.)’in kalb-i saadetlerine nakşedilmiş ve Resûlüllâh aldığı vahiyleri ümmetine lisanen tebliğ etmiş ve aynı anda “Vahiy Katipleri”ne de yazdırmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in, “Levh-i Mahfuz”dan Beytü’l-İzze’ye toplu olarak inişi Ramazan ayında ve Kadir Gecesi’nde vaki olduğu gibi, ilk olarak Resûlüllâh (s.a.v.)’e gelişi de Ramazan ayında ve Kadir Gecesi’nde olmuştur. “Kendisinde Kur’ân indirilen Ramazan ayı...” (Bakara: 185), “Biz onu Kadir Gecesi’nde indirdik...” (Kadir/1), “Biz onu mübarek bir gecede indirdik..” (Duhân/44) âyetlerinde beyan edildiğine göre, Kur’ân-ı Kerim Ramazan ayında, Kadir Gecesinde ve mübarek bir gecede indirilmiştir ki, Kadir Gecesi ile mübarek gece aynı gecedir ve bu gece de Ramazan ayındadır. Ramazan ayının kudsiyetinin ve faziletinin birinci hikmeti, budur.

İkinci hikmeti de, bin aydan daha efdal olduğu Kur’ân’da beyan edilen Kadir Gecesinin Ramazan ayında bulunmasıdır.

Üçüncü hikmeti ise, gayesi nefis terbiyesi olan Oruca tahsis edilmesidir. Bu yüce hikmetlerin mahiyeti düşünülürse, Ramazan ayının ehemmiyeti kendiliğinden ortaya çıkar. Çıkar amma, o zaman da dil, onun büyüklüğünü ve kudsiyetini ifadeden âciz kalır. Bunların hepsi birer ilâhî tasarruftur. Allah’tan hidâyet ve inkiyad niyaz ederiz.

***

-Efendim malumunuz Ramazan diğer bir yönüyle infak ayı. Ramazan ayına has olmasa da zekât konusu bu ayda sık sık gündeme gelir. Zekât nerelere verilir?

- Zekâtın nerelere verileceği Tevbe Sûresi’nin 60. ayetinde şöyle anlatılır:

Zekâtlar Allah’ın emrettiği bir farz olarak;

1. Yoksullara,

2. Düşkünlere,

3. Zekât toplayan memurlara,

4. Gönülleri İslâm’a ısındırılması düşünülen kimselere,

5. Esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyen esirlere ve kölelere,

6. Borcuna karşılık malı olmayan borçlulara,

7. Allah yolunda çalışanlara(cihad edenlere),

8. Parasız kalmış yolculara verilir.

Ayette açık bir şekilde sayılmış olan bu 8 yere zekât, dört halife/emir devrinde devlet eliyle verilirdi. Daha sonra gelen Müslümanların idare ettiği devletler bu geleneği değiştirdi ve zekât vermeyi bir ibadet olarak mükelleflere bıraktı. Bu sebeple ilk uygulamada fakirlere zekâtın sadece yüzde 25’i ayrılıyor ve onlara veriliyordu.

Bugün devrimizde,

3. sırada yer alan zekât toplayan memur yok.

4. sırada gelen “Gönülleri İslâm’a ısındırılması düşünülen kimseler” tam olarak belli değil ve bunları kim belirleyecek?

5. sıradaki “Esirler ve köleler”i nereden bulacağız?

6. sıradaki “Borcuna karşılık malı olmayan borçlular”ı bulursak onlara zekât verebiliriz.

7. sırada bulunan “Allah yolunda çalışanlara (cihad edenlere)” ordu ve talebe girer; orduyu devlet beslediğine göre talebeye zekât verilir.

8. sırada yer alan “Parasız kalmış yolculara” rastlarsak onlara da zekât verebiliriz.

Netice olarak derim ki, vermemiz gereken zekâtın yüzde 25’ini fakirlere ayırdıktan sonra geri kalan kısmını, bugün amme hizmeti yapan vakıflara, derneklere, okullara, hastanelere ve benzeri kuruluşlara verebiliriz. Adı geçen bu müesseselerin ihtiyaç duyduğu bir âleti ve edevatı alabiliriz. Zira insanın ihtiyacı sadece yeme, içme, giyinmeden ibaret değildir.

Öğrenciye okul, yurt, kitap, hoca temin etmek bir hayır işidir. Hastayı tedavi ettirmek, bu maksatla hastane yaptırmak. hastane için gerekli âlet, edevat ve ilaçlarını alıvermek; bunların hepsi için zekât vermek caizdir.

Zekât parasıyla yapılan hastanelerden, okul ve yurtlardan bazı hallerde zenginlerin faydalanması da caizdir. Zira bu müesseseler umum içindir. Asıl olan millete ve insanlığa hizmettir.

***

MERHUM PROF. DR. ALİ ÖZEK’İN EĞİTİM VE İLİM HAYATI

Hocaların hocası muhterem Prof. Dr. Ali Özek ile başladığımız Ramazan sohbetinin yönünü eski Türkiye’de yaşananlara çevireceğiz. Olaylar eski olsa da hoca efendi çekilen sıkıntıları hatırladıkça hisleniyor, hislendikçe iç geçirerek anlatıyor. Bize de bugünün Türkiye’sinin kıymetini daha iyi anlamak düşüyor...

- Hocam sizin hayatınızın önemli dönüm noktalarından birisi de Mısır yolculuğunuz. 1950’de vukû bulan bu hadiseyi anlatır mısınız?

- O yıllarda Hac serbest olmuştu ve gemiyle gidilebiliyordu. Hacca gitmek için müracaat ettik. Fakat asıl niyetimiz Mısır’a gitmek. Bürokraside etkili Halk Partili bir büyüğümüz vardı, Hacı Raif Bey isminde; o bizim işlerimizin yürümesini sağlıyordu. Pasaportumuzu almak üzere emniyete gittiğimizde, polis şefi bize ters ters baktı ve ‘siz, gerçekten Hacca mı gideceksiniz; bu yaşta Hacca gidilir mi?!’ diye sordu. Dedik ki, ‘biz de Hacla mükellefiz’. Adam kızdı, köpürdü ama evrakımızı da imzaladı.

Nihayet bindiğimiz gemiyle birçok sıkıntı yaşayarak Mısır’a ulaştık. O dönemde Mısır’da 4 milyon Türk yaşıyor. Fakat ismi Türk olan bu insanlar Nasır’ın Arap milliyetçiliği politikası yüzünden Türkçeyi unutmuş.

Bu arada, merhum son Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi ve büyük âlim Zahidü’l-Kevserî , Ezher müderrislerinden Konyalı Ali Zeki Efendi ve Trabzonlu Şemseddin Efendi gibi şahsiyetlerle de görüşüp tanışma fırsatı bulduk.

O dönemde 80 küsur yaşlarında olan Mustafa Sabri Efendi’yle büyük bir yakınlık kurduk. Vefatında cenazesini kılmak ve defnetmek de bize nasip oldu.

- Mısır Ezher Üniversitesi’nde eğitiminize devam ederken Türkiye’den gelen heyete mihmandarlık etmişsiniz...

- 1955’te Başbakan Adnan Menderes, Mısır’a 15 kişilik bir iyi niyet heyeti göndermişti. O sıralar Türkiye, İran, Irak, Pakistan, Afganistan arasında Bağdat Paktı kurma çalışmaları vardı ve Mısır da buna dahil edilmeye çalışılıyordu. Fakat Devlet Başkanı Cemal Abdü’n-Nasır buna karşı çıkıyordu. Ali Fuat Cebesoy Paşa başkanlığındaki Türk heyetinde Ahmet Emin Yalman, Ali Naci Karacan, Mümtaz Faik Fenik gibi gazeteciler de vardı.

Biz Ezher’de okuyan Türk öğrencileri temsilen beş kişilik bir heyet seçtik; heyetin kaldığı Inter-Continental oteline gittik ve bir de çiçek yaptırıp yukarı kata gönderdik. Ali Fuat Paşa, çiçeği alır almaz ‘derhal gelsinler’ demiş. Çıktık, tanıştık; kendimizi takdim ettik.

Benim çok iyi Arapça bildiğimi öğrenince dedi ki; ‘gezi boyunca benimle beraber olacaksın ve bize tercümanlık yapacaksın’. Ve gezi boyunca birlikte dolaştık.

Paşayı, Revâku’l-Etrâk’a (Osmanlı’dan kalan vakıflar tarafından finanse edilen Türk öğrencilerin kaldığı yurt) davet ettik. Bizi kırmadı. Tabi bu arada Türk öğrencilerin sıkıntılarını da dile getirmeyi ihmal etmedik. O yıllarda yaşadığım ve çok etkilendiğim bu hatırayı unutmam hiç mümkün değil.

- Hocam 1957’de Mısır’daki eğitiminizi tamamlayarak Türkiye’ye döndüğünüzde nelerle karşılaştınız? Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in “Bir saatte müezzinlik, bir saatte imamlık öğretirim” meselesi nedir?..

- İzmir Kestanepazarı Kur’an Kursu’nda hocalık yapmaya başladım. Bir süre sonra askerlik meselesi gündeme geldi. Fakat Ezher Üniversitesi’nden aldığım diploma Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kabul edilmediğinden, askerliği er olarak yapmam gerekiyor. Bu yüzden dışarıdan lise bitirme sınavlarına girerek Burdur Lisesi’nden diploma aldım. Askerliğimi yedek subay olarak yaptım. Ardından İstanbul’a gelerek, İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde ücretli Arapça dersi (yine Ezher diploması geçerli olmadığından) vermeye başladım.

Bu arada 27 Mayıs 1960 İhtilali gerçekleşmiş, Adnan Menderes ve arkadaşları Yassıada Mahkemelerinde yargılanarak idam edilmişlerdi. İhtilal sonrasının İnönü Hükûmeti, İmam-Hatipler üzerindeki baskısını iyiden iyiye yoğunlaştırdı.

Milli Eğitim Bakanlığı, Hasan Ali Yücel’in başkanlığını yaptığı üç kişilik bir teftiş heyetini İstanbul İmam Hatip Lisesi’ni denetlemek üzere gönderdi. Söz konusu heyet 10-15 günlük bir çalışmadan sonra bir rapor hazırladı. Bu arada hepimizle görüştüler. Nihayet, bir değerlendirme toplantısı tertip ettiler. Heyet başkanı sıfatıyla Hasan Ali Yücel bir konuşma yaptı ve ‘artık Türkiye’de İmam-Hatiplere bundan böyle ihtiyaç kalmadığını ve bu okulların kapatılmaları gerektiğini’ söyledikten sonra aynen şöyle dedi: ‘Ben bir kişiyi bir saatte müezzin, bir saatte de imam yaparım!’

Toplantıda İmam-Hatip okullarının kuruluşunda büyük katkısı olan İlim Yayma Cemiyeti’nin temsilcileri de vardı. Onlardan biri olan rahmetli doktor Niyazi Kurtulmuş beyefendi ayağa kalktı; ‘efendim, mesele imam, müezzin yetiştirme meselesi değil, ilim meselesidir; dinin nasıl öğrenileceği, dinî ihtiyaçların nasıl karşılanacağı meselesidir’ diye itiraz etti.

Hasan Ali Yücel cevaben; ‘efendim İlahiyât Fakültesi var’ dedi. (Tabi, ilk zamanlar İlahiyat Fakültesi, Yüksek İslâm Enstitüsü’nden biraz farklı idi.) Doktor Niyazi beyefendi, ‘hayır efendim, İlahiyat’ta okuyanlar da yeterince dini öğrenemiyorlar’ deyince; iki İlahiyat mezunu hoca yerinden fırladı. İtirazlar, sataşmalar, derken ortalık karıştı; kavga, gürültü başladı, sandalyeler havada uçuştu. Tabi toplantı da bitmiş oldu.

İşte Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’na sunduğu ‘artık İmam-Hatiplere gerek kalmamıştır’ şeklindeki rapor ve bu raporda ileri sürdüğü gerekçeler, o günden itibaren İmam Hatip okullarına yapılan itirazların dayanağı oldu. Çünkü Hasan Ali Yücel, İmam Hatip Okulları aleyhine söylenebilecek ne varsa o rapora yazdı.

- 1962-1963 ders yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne Arap Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi olarak tayin oldunuz. Ezher diplomasının Türkiye’de kabul edilmesi yönünde bir ara formül üretildi. Bu nasıl oldu?

- O sırada, başta İnönü hükûmeti vardı ve Milli Eğitim Bakanı da rahmetli Şevket Raşit Hatiboğlu idi. Halk Partili olmasına rağmen İmam Hatiplere ve Yüksek İslam Enstitüsü’ne çok büyük hizmeti olan bir zât idi. Mesela; Talim Terbiye Kurulu, Ezher diplomalarını reddetmesine rağmen, yetkisini kullanarak beni (e) cetvelinden Arapça muallimi olarak Yüksek İslâm’a tayin etti.

Şevket Raşit Hatiboğlu aynı zamanda bugünkü İlahiyat Fakültesi’nin Bağlarbaşı’ndaki yerini bize kazandıran insandır.

Hatiboğlu, İmam-Hatip liseleri meselesi yüzünden İnönü’ye ters düşmüştü. İnönü’nün, İmam-Hatiplerin sayısının azaltılması ve hatta bu okulların tamamen kapatılması talimatını dinlemediğinden onunla arası açıldı. Bu hadiseler üzerine istifasını istedi. Görevden ayrılmadan önce de bize bir adam gönderdi, 500 bin liralık bir çekle birlikte. Ben gitmeden Yüksek İslâm Enstitüsü için bir yer bulun ve satın alın diye. Nihayet Üsküdar/Bağlarbaşı’ndaki bugünkü yer bulundu, satın alındı ve gereken işlemler yapıldı. Bakan olarak Şevket Raşit Bey de bunu tasdik ettikten sonra istifa etti. Böylece Yüksek İslâm Enstitüsü, Fındıklı’da küçücük bir ilkokulun üst katında faaliyetini sürdürmekte iken, 1966’da bu binalar tamamlandıktan sonra bugünkü yerine taşınmış oldu. Velhasıl, Şevket Raşit Hatiboğlu rahmetle ve minnetle anılması gereken muhterem bir insandır.

*

Hocaların hocasını daha fazla yormamak için bu kadarla iktifa ediyoruz. Kim bilir belki başka bir Ramazan kaldığımız yerden devam ederiz...

***

Prof. Dr. Ali Özek hoca efendi ile zaman zaman Fatih’teki İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nda (İSAV) hal hatır hasbihâli gerçekleşsek de söyleşimize kaldığımız yerden devam etme fırsatı bulamadık. Bir Ramazan gününde, 17 Nisan gecesi aldığımız acı haberle “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” ayeti gönlümüzden dilimize firar etti. Efendimizin buyurduğu üzere bir âlimin ölümüyle bir kez daha âlemin ölümü gerçekleşti.

Ruh şâd, mekânı Cennet, makamı âli olsun.