Ali Osman Adını Çok Sevdik
Bir vakit Aleviler ile Sünnilerin beraber yaşadıkları bir köy varmış. Bu köyde Alevi aileler, çocuklarına Ali, Haydar isimlerini verirmiş. Sünni aileler de çocuklarına Osman, Ömer ismini verirmiş. Köyde bir aile de varmış ki onlar da çocuklarına farklı bir isim vermişler. Bu çocuğun adı da "Ali Osman" imiş.
Sokakta oyun oynandığı vakitlerde bazen istenmeyen olaylar da oluyormuş. Çocukların topu kapıya ya pencereye değer. Cam falan kırılırmış. Bu nahoş olaya sebep olanlar Ali ya da Haydar ise ev sahibinin kötü sözleri ta Hz. Ali'ye kadar uzanırmış. Yok eğer camı kıran Osman ya da Ömer ise bu sefer küfürler Hz. Osman ya da Hz. Ömer'e kadar ulaşırmış.
Peki köyde adı "Ali Osman" olan çocuk... O da muhakkak cam kırmış. Ama ona pek karışan olmamış. Çok çok kötü sözler babasına edilmiş.
Hal böyle olunca bir süre sonra köyde "Ali Osman" isimini çocuklarına veren aileler çok olmuş. Haliyle "Ali Osman" ismi de çok olmuş.
O günden sonra herkes çocuğuna "Ali Osman" ismini vermeye başlamış. Bu isim sadece bu köyle kalmamış Orta Anadolu'ya da yayılmıştı.
Prof. Dr. Turan Koç hocamız, Tahran'daki ziyaretlerinde bize bu hikayeyi anlatınca hepimiz ona can kulağıyla dikkat kesilmiştik. Miras-ı Mektub kurumundaki bu sohbetten daha doğrusu bu ilginç hikayeden İranlı dostlarımız da derinden etkilenmişti. Çünkü İran'da "Ali Osman" adında bir isme rastlayamazsınız. Ömer ismine hiç rastlayamazsınız.
Anadolu coğrafyasına gelirsek çocuklarına "Ali Osman" ismini veren aileler şu mesajı veriyorlardı aslında : Aramızda ayrılık ve gayrılık kalmasın.
Turan Koç hocamız bu hikayesiyle demek istiyordu ki Anadolu'da yaşayan kadim halklar var. Mezhepleri ve meşrepleri ne olursa olsun ve yahut da dinleri ne olursa olsun birbirlerinin örf ve adetlerine saygı duyuyorlardı. Bu durum Müslüman, Yahudi ve Hristiyan dinleri arasında da böyleydi. Daha sonra Müslümanlar arasındaki mezheb muhabbetine gelince bunun çok cüzzi bir bölümü konuşulurdu. Ama bu mesele yapılmazdı.
Turan Koç hocamız, Tahran'da bir sonraki gün "Sezai Karakoç ve Hızır'la Kırk Saat" programında yaptığı konuşmada da bu meseleye de değinmiş ve Sezai Karakoç'u medeniyetin ortak harcını yoğuran adam olarak tanıtmıştı. Evet gerçekten de Sezai Karakoç ismi İran ve Türkiye denkleminde istifade edilmesi gereken bir düşünür. O, Türkiye'yi düşündüğü kadar Suriye'yi ve İran'ı ve Mısır'ı da aynı değerde düşünen bir düşünür. Bu coğrafyanın derdiyle dertlenen bir arif. Kendisi İslam ülkeleri demez İslam coğrafyası ile başlar sözlerine. Bu ifadesi bile başlı başına bir meseledir.
Bu düşüncesinden ötürü vaktiyle gazetecinin biri ona tuzaklı bir soru sormuştu da hafızalarda silinmeyecek bir cevap almıştı. "Efendim, Suriyeliler Hatay bizimdir diyor, siz ne dersiniz?" Sezai Karakoç da "Evet Hatay Suriye'nindir. Hatta Konya ve İstanbul da Suriyelilerindir. Nasıl ki Şam bizimse, Halep bizimse...." Bu cevap, İslam coğrafyasını sınırlara hapseden emperyalistlere vurulan şamarlı bir tokattan başka bir şey değildir. Bu gün biz Tahran'da, Tebriz'de İsfahan ve Şiraz'da nasıl kendimize ait değerler buluyorsak İranlı dostlarımızda İstanbul, Ankara, Konya ve Urfa'da kendilerine ait değerler bularak gidip geliyorlar.
Sezai beyi "DİRİLİŞ" davasıyla tanıdık biz yıllarca. Bu davayı Turan Koç hocamız etraflıca anlattı Hızır'la Kırk Saat kitabını üzerine konuşurken.
Biz de bu meseleye dikkat çekmek adına iki söz söyleme hakkına sahibiz. Son 20 yıldır Sezai bey, Batının İslam coğrafyasına yaptığı tuzaklarının nedenini anlatıp durdu. Ona göre Batının korkusu İran İslam devrimiyle birlikte daha da artmıştır. Bu yüzden bugünkü kargaşa ve gözyaşı Batının korkusunu giderme anlamına İslam coğrafyasına çektirdiği eziyettir.
Sezai Karakoç'un bir vakitler yaptığı konuşmasının ara satırlarını not almıştım. Kısaca şunu diyordu:
"İslam Dünyası; Şii'si ve Sunni'si beraberce İslam Medeniyetinin ayrılamaz bir parçasıdır. İslam toplumunu oluşturan bu iki Müslüman kesim içerisinde sorun, problem ve ihtilaflar olabilir. Bunlar tarihte olmuş ve yaşanmış şeylerdir. Bu gün bizlerin yapması gereken bu konuları alimlere ve bu konuda ihtisas sahibi kimselere havale edip özgürce kendi içerisinde konuşup halledecekleri mekanizmaları oluşturmamız gerekir."
Sezai Beyin bu düşüncesini İslam ailimleri de kendi defterlerine azıcık not almaları gerekir. Zira bugün İslam dünyasında kan ve gözyaşının azalması onların da söyleyeceği hakikat sözlerine bağlıdır. Sadece onlar mı hakikat sözlerini söyleyecek? Medeniyetin ortak harcını oluşturmak zannımca din adamı olmak ta yetmiyor. Siyasetçi olmak ta yetmiyor. Birazcık irfan ehli insnalara da ihtiyacımız var. Bu gün İslam coğrafyasındaki din adamlarının çoğu din meselesinden çok mezhep meselesi kaygısıyla ilerleyemediklerini gözlemliyoruz. Böylelikle ittihad-ı İslam ötelenmekte ve batının avı olmaktan kurtulamıyoruz.
Sezai Karakoç, on yıl önce İslam Aleminin temel sorunları diye konuşmalar yaptığında ona din adamı değil sadece şair demişlerdi ve sözlerini yabana almışlardı. Sonra İslam ülkerinin temel sorunları diye konuşma yaptığında ise ona siyasetçi değil ne diye böyle konuşuyor demişlerdi. Parti kursun da öyle konuşsun demişlerdi. Sezai Bey "Diriliş Partisi" adında kendi tefekkür partisini kurmuştu. Bu sefer de neden seçime girmiyorsun kardeşim diye üstadın partisini kapatmışlardı.
El-kıssa.... Sezai Karakoç ne bir din adamı ne de bir siyasetçi olsun. Sadece bir şair ve irfan ehli olarak sözünü dinleyelim. Hızır'la Kırk Saat bağlamında da olsa.