Aklını kiraya veren düşünemez
Eric Hoffer,”Kendinden hoşnut olmamakla kolayca aldanma eğilimi arasında bir bağlantı vardır” diyor. Bir bakıma kendi benliğimizden kaçma itkisi aynı zamanda gerçeklerden kaçma itkisidir.
Açıkçası Hoffer şöyle diyor, gerçekleri olduğu gibi görme yeteneksizliği veya görmek istememe hem
avanaklığa hem de şarlatanlığa teşvik eder.
Bu durum aynı zamanda fanatizmin de bir göstergesidir.
Hoffer’e göre fanatik kişi daima eksik
ve güvensizdir. Destek bulduğu bir şeye ihtirasla yapışır ve kendi değerini
ispat etmek için de canını feda etmekten kaçınmaz.
Bana kalırsa bunun aklını kullanma ve müstakil düşünme
becerisi ile yakından bir alakası var.
İsterseniz bunu bize Kant anlatsın.
Zira o, aydınlanmayı,
kişinin ergin olmama durumundan kurtulması olarak tarif etmişti ve insanın
kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanabilmesini
savunuyordu.
“Aklını kullanamayış“
biçimi kuşkusuz bireyin düşüncelerinin ve de kararlarının bir başkasına bağımlı
hale gelmesine dayanır.
Örneğin “benim yerime
düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile
ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama
hiç gerek kalmaz artık.”
Dolayısıyla burada artık aklın devreye girmesi pek
rastlanılan bir şey değildir. Öyle ki sanat, felsefe ve düşünce üretimi tamamen
gevşek bir zeminde ilerler. Hatta ilerlemez, durur.
Her şeyin cevabını
hazır bulan bir insan düşünmek için neden emek sarf etsin ki? Rahmetli Teoman
Duralı Hoca’nın ifade ettiği gibi “Merak olmayınca ne yapıyorsun, düşünmüyorsun
ve taklit ediyorsun.”
Çünkü onun yerine düşünen ve karar veren bir başka özne söz
sahibidir.
Kant’la devam edelim; “İnsanın seve seve katlandığı ve kendi
suçuyla düştüğü böylesi bir durumda etrafını kuşatan dogmalar ve kurallar ve de
her yerden yükselen “Düşünmeyin!
Aklınızı kullanmayın! bağırışları; subayın “düşünme, eğitimini yap!”
maliyecinin “düşünme, vergini öde!”, din adamının “düşünme, inan!” ya da
Büyük Friedrich’in “istediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi düşünün, ama itaat
edin!” emri.
İşte tüm bunlar insanın aklını kullanmasına daima engel
olmuştur ve olmaya da devam edecektir.
Kant’tan örnek verdim ama neticede onu da etkileyen İbni Rüşd, İbni Sina
ve Farabi gibi düşünce adamlarımız da benzer fikirleri savunuyor.
Sokrates de “neyin
doğru neyin yanlış olduğunu insanın kendi akıl yürütmesiyle bulabileceğini”
söylemiyor muydu?
Yunus Emre’nin; “Peygamber
yerine geçen hocalar. Bu halkın başına zahmetli oldu” dizelerinde ifade
ettiği pespayeliği de ilave edersek akılsızlığın yol açtığı tahribatı varın siz
hesap edin.
Aslında savaşlar yol
açtıkları yıkımlarla değil savaş sonrası üretilen ideolojilerle kötü insan
yetiştirdikleri için birer felakettir.
İnsanın zihnine yapılan müdahale kadar korkunç bir işkence
türü var mıdır?
Kur’an-ı Kerim, sık
sık “Akletmez misiniz? diye sorar. Ancak
ona inananların büyük çoğunluğu aklını kiraya vermiş gibi duruyor. Akletme
zahmetinde bulunmuyorlar.
Çünkü bir insanın akıl yürütme imkânı öncelikle eğitim
sistemi aracılığıyla elinden alınıyor. Geri kalan aklını da herhangi bir hareketin
varlığına armağan edince kendine bir şey kalmıyor. Yani sorumluluktan kaçıyor.
Hal böyle olunca da hiçbir meseleye akli, vicdani ve insani bir
zeminde yaklaşamıyorsunuz.
Kişi artık mensubu
olduğu yapının ateşli bir fanatiği haline geliyor. Oysa bu sorunu aşmanın yolu özgür olmaktan
geçmektedir. Ve ancak aklını kullanabilen insan özgür olabilir.
Düşüncelerimizin ve eylemlerimizin sorumluluğunu üstlenme
cesareti gösterebilirsek diyorum belki insanlık adına bir adım atmış oluruz.