AKLIN MAĞLUBİYETİ
Hegel heyecanlı bir biçimde nesneler dünyasının tümüyle akılcılaştırabileceği; aklın kategorileri çerçevesinde açıklanabileceğini öne sürmekteydi. Özellikle modernitenin doruk noktasına ulaştığı 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başlarında “akıl çağı” nitelemesi yükselen bir kavram olmuştu.
Evrenin
bu şekilde aklın kategorileri çerçevesinde düzenlenmesi, aynı zamanda gelecekte
aklın kesin hakimiyeti ve daha iyi bir düzeni ima etmekteydi. Nihayetinde
modernizmden sosyalizme kadar ideolojiler dünyanın geleceğinde birer ütopya
tasarlamakta idiler. Sosyalizmden komünizme giden süreç, son tahlilde sınıfsız
ve devletsiz bir toplum tasarımı ile insanlığın mutlak uyumuna doğru
gitmekteydi. İlerleme düşüncesinin mitik karakteri, tarihin sonunda aklın
nirvasını öngörmekteydi.
20.
yüzyıl başlarında dünya konjonktüründe yaşananlar insanların çoğu zaman akılcı
hareket etmedikleri, hatta nesnelerin ussallaştırılmasının gerçekleşmediğini
tezahür ettirmişti. Bunun en bariz göstergesi, yaşanan iki dünya savaşıydı.
Ölen milyonlarca insan bir yandan mutsuzluğun diğer yandan aklın dışına çıkışın
bir göstergesiydi. Tüm bunlar evrensel bir akıl, bilim, düşünce fikrinin sorgulanmasına
sebep olduğu gibi bütün meta anlatıları sorgulama başladı.
Aydınlanma
düşüncesinin söylemlerinde öne çıkan anahtar kavramları hatırlarsak, özellikle
üç kavramın altını çizebiliriz; akıl, hurafe, inanç (din). Elbette
Aydınlanma’nın geriye bıraktığı bakıyeler sadece bu kavramlardan ibaret değil.
Birey bunlara ilave edilmesi gereken diğer bir kavram. Fakat Aydınlanma aklı ve
bireyselliğinin birbiriyle ilintileri içinde bugün büyük bir zafiyet
geçirdiğini bilmekteyiz.
Akıl
ve din arasındaki ilişkinin mahiyeti modern zamanlarda ciddi tartışmaların
konusu olmuştur. Dinin aklın kategorileri dışında kaldığı ve irrasyonel bir
alanı imlediği modern dönemde sürekli vurgulandı. Hatta modernitenin egemenliği
üzerinden ekmek yiyenlerin hala vazgeçmediği ezberlerden birisi. Akıl ve din
arasındaki ilişkide modernite dini kendi kategorileri içerisinde konuşmaya
zorlarken (20. Yüzyıl boyunca dünyanın farklı yerlerinde dine muamelesine
bakalım) totaliter bir tavır takınmaktaydı.
Şimdi
post/modernlik hurafe ve inanç boyutlarını temellük etmeye çalışmaktadır.
Geçmiş yüzyılda hurafelerin ayıklanması söylemi, şimdi post/modern hurafelere
yerini bırakmıştır. Dine yancılık yapmaya çalışan televizyon programlarını
burada hatırlamanın tam yeridir. Mistisizm yediren bu söylemler, post/modern
hurafeleri yeniden yükseltmişlerdir.
Diğer
yandan mitoloji de hayatın her alanına yeniden dönmeye başlamıştır. Bunun temel
göstergelerinden birisi, yeni filmlerin büyük oranda mitik ögelere ciddi yer vermesidir.
İkincisi de, şimdi bilimsel, akılcı vb. anlatımlar alıcı bulmamakta, her şeye
hikaye yazılarak sunulmaktadır. Bu da postmodernliğin mitik, hurafeci, duygu
yoğunluklu, retoriksel karakterlerine tümüyle dokunmaktadır.
Aklın
post/modern durumu hakkında belki birbiriyle paradoks arzeden şu noktaların
altını çizebiliriz. Birincisi, dünya sisteminin işleyişi bir üst akıl olarak
son derece rasyonel bir şekilde devrededir. Bu aktörler karar alma
mekanizmasının egemenleri olarak, kendi gelecekleri konusunda akılcı tutumlar
göstermektedirler. İkincisi, dünya ölçeğinde geniş kitleler mitoloji, hurafe
ile yüksek düzeydeki akılcılaşmanın geometrik düzleminde hareket etmektedirler.
Kitlelerin akılcılaşmaya adım atmaları, dünya sisteminin zafiyet geçirmesine sebep
olacaktır.
Burada
en tipik olan dinin tavrıdır. Söz gelimi İslam paradoksal olarak dünyanın
akılcılaşması için çaba göstermektedir. Peygamberler pagan kültürün mitik,
hurafeci niteliğine ve insanları uyuşturan büyüselliğine itiraz etmişlerdir.
Ancak kitleler mitolojinin konforlu alanından (çünkü hazır kalıp çerçeveler
sunar) aklın inşacı alanına adım atmaktan korkarlar. Çünkü burada belirsizliği
alt edecek bir gayrete ve geometrik alanı yeniden düzenleyecek bir
akılcılaşmaya ihtiyaç vardır.