Aklın kenarına düşmek
Gazetelerde ağırlıklı olarak üç konu gündemde görünüyor. Birincisi, idam cezasının yeniden geri gelmesi, ikincisi, düşen helikopter ve ölenler. Üçüncüsü ise, hapishanelerdeki açlık grevleri ve bu grevlere eklemlenen BDP'liler. Her gün gazeteleri tarayıp haberler ve bazı köşe yazarlarını okuyunca, beni tuhaf bir ikircikli ruh hali kapsar. Bir yandan, onların tüm yazdıklarını oldukça soyut ve bazı kriterler açısından okurum; haklı ve haksız oldukları yerleri ortaya koymaya çalışırım. Öte yandan, köşe yazarlarını bilhassa iktidar karşısında (taraf ya da karşıt olarak) pozisyon alışları açısından değerlendiririm. Yazarları sadece soyut düşünceleri açısından değerlendirip, ikinci boyutu hiç düşünmezsen bir müddet sonra "saf" olduğunu hissedersin. Ancak sadece ikinci boyutta düşünürsen, komplocu ve taraftar zihniyeti içinde neşvü nema bulursun. Açıkça belirtmek lazımdır ki, iktidar karşısında pozisyon alışlar, arka plandaki bir çok "alışveriş"ten bağımsız olarak düşünülemezler.
Türkiye medyasında hangi konu olursa olsun, tartışma arenasına girdikten sonra bu tavır alışın bir malzemesi haline gelebiliyor. Son üç beş aydır medyada tartıştığımız konuları bir düşünün. Kürtaj, İslamcılık, Suriye ve özellikle kürt eksenli etnik tartışmalar. Bunların herbiri hükümet/iktidar tarafı ya da karşıtı bir biçime hemen dönüşebiliyor. Bunların hiçbirisinden yana değilim. İktidarın tüm yaptıklarını tasvip ediyor değilim; hatta iktidara yön göstermenin daha çok eleştiriden geçtiğine inananlardanım. Fakat tüm bu tartışmaların iktidar savaşlarından bağımsız olmadığını da bilmek lazım herhalde. Tarih bize göstermektedir ki, hiçbir "taraf" iktidar mutlaka benim olmalı söylemi üzerinden mücadele yürütmez. Tartışmalarına insani bir boyut giydirir.
Şimdi önce açlık grevleri üzerinde düşünelim. İnsani olan yanımız, milletin gözü önünde insanların ölmesini onaylamaz/onaylayamaz. Hakikaten iki aydır devam eden bu grevler devam ederken içimden "İnşaallah kimse ölmez" diyor ve her sabah gazetelere korkarak bakıyorum. Ancak öte yandan, bu grevleri yürütenler, destek verenlerin de geçmişteki sicillerini düşünmeden edemiyorum. Özellikle BDP'nin kozları elinden bırakmamak için nasıl aklın iflasını sergileyen tutumlar içine girdiğini iyice görmek lazımdır. Şimdi eylemcilerin talepleri düşünüldüğünde, özellikle anadilde eğitim ve savunma hakkı konusunda hükümetin yeni Anayasa için oluşturduğu taslak varken, sözü bitiren ve bunu Kürt halkının özgül ağırlığını aşan bir varlık kazanmak için yapan BDP'nin tavrı, tam bir nekrofiliya örneğidir. Şimdi her önüne gelen, taleplerinin mutlak anlamda yerine getirilmesini sağlamak için ölüm grevine başladığında bu makul mu olacaktır? Peki bu durum nasıl aşılacaktır? Bir kere, eğer konuşma ve müzakere diye bir şey varsa, ya dışarıya ya da ölüm grevleri ile içeriye (insanın kendisine) yönelik şiddete bir son verilmelidir.
İdam cezaları ile ilgili olarak da bakıyorsunuz, yine söylediğimiz ayrışmalar kendisini gösteriyor. Sürekli "ama suçlunun da hakları var" mantığıyla söylem üretenler, idamın insanlık dışı bir suç olduğunu söylüyorlar. Tabii ki bunu söylerken, temel referansları Avrupa Birliği. Peki kocaman bir toplumun yaşama hakkı ne olacak? Suçluya hakettiği cezayı vermek demek, bir toplumun yaşatılması demektir. Şimdi sormak lazım. "Birisi sizin eşiniz, çocuğunuz, anneniz vb.ne tecavüz edip öldürse, o zaman o suçluya nasıl bir ceza verilmesini isterdiniz?" diye. Şimdi böyle bir suçlu biraz yatıp çıkıyordur. Hukukun ceza mantığında, aynı zamanda toplumun verilecek cezadan tatmin olması vardır. Aksi durumlarda toplumdaki insanlar kendi eliyle ceza verme mantığı içerisine girerler ki, bu da anarşi halini getirmektedir. İdam cezasını çok tasvip ettiğim ya da yeterli bulduğum için söylemiyorum bunları. Ancak olayları tek boyutlu olarak görmemek lazım.
Bir de suçları önlemek için sadece ceza vermek yetmez. Sabahtan akşama kadar şiddet ve cinsellik yüklü mesajları insan bilincine inceden inceye kazıyan medya zihjniyetinin değişmesi gerek. Allah korkusu ve ahirette hesabın ciddiye alınması gerek. Kendisini öldürmeye gelenleri kendisinde dirilten bir peygamberin örnekliği ve kutlu nefesi gerek. "yık, yak, öldür" mesajları yayan Amerikan türü aksiyon filmleri ve ideolojiler değil; "Öldürmeyeceksin" mesajını işleyen kadim mottolar gerek. Bütün tevhidi dinlerin ortak ilkesi budur; "Öldürmeyeceksin." Ama sahte ideolojiler, kutsallar, korsan Tanrılar durmadan kan istiyor.
Kardeşim, öncelikle biz ayarımızı kaybettik. Ayarlarımızla birkaç yüzyıldır oynandığından, meselelere her yaklaşımımız bizi aklın kenarına düşürüyor. Ulusçuluk karşı ulusçulukla aşılmaya çalışılıyor. Ancak her ikisi de yıllarca şiddet üretiyor. İnsanlık bir uçtan sürekli başka bir uca savruluyor. Bu arada her yeni önerisi de şiddet yüklü olmaktan ve aklın kenarına düşmekten kurtulamıyor.