Aklı kutsayan Modernist İslamcılar
Bir önceki yazıda II. Meşrutiyet Dönemi aydınlarının “İslam ile Batı medeniyetinin bazı ilkelerini bir araya getirebilme” çabalarının nihai hedefinin “imparatorluğu kurtarmak” olduğunu ifade etmiştik.
Cumhuriyet dönemi İslamcılığının nihai hedefi ise; hilafetin ilgası, Tevhid-i Tedrisat, tekke ve zaviyelerin kaldırılması akabinde harf devrimi, jekoben laiklik vs. şeklinde sıralayabileceğimiz inkılaplarla siyasal ve toplumsal düzeyde yok sayılan ve hatta çeşitli baskılarla tahrip edilen dini değerleri yeniden ayağa kaldırmak biçiminde kendini gösteriyor.
İki savaş arasında esen faşizm, nazizm, komünizm, sosyalizm ve kapitalizm rüzgârlarının yol açtığı tahribata karşı geliştirilen bir direnç de söz konusu. Bununla birlikte devletin ve elbette İslamiyet’in kurtarılması ve yeniden ayağa kaldırılması gerekiyordu. Ama nasıl?
Cemal Şakar’ın da ifade ettiği gibi; “O dönem İslamcılarının referansları arasında ıslah, ihya, tevhid çok temel kavramlar arasındaydı. İşte Mehmet Akif’te de gördüğümüz üzere Afgani, Abduh, Reşit Rıza, daha sonra Seyyid Kutub, Mevdudi gibi isimlerden gelen bir çizgiye bağlıydılar. Bu çizginin temel özelliklerinden biri İslam coğrafyasında aklın gittikçe önem kaybettiği bir dönemde daha akılcı daha rasyonel tepkilerle ortaya çıkmış olmalarıydı. Dolayısıyla Batı bilimiyle de barışıklardı ve bilimi daha nötr olarak görüyorlardı.”
Batı karşısında ezilen ve İslâm'ı pozitivist bir anlayışla yorumlamaya çalışan bazı kesimler çareyi özgünlükten uzak bir biçimde Mısır merkezli aklı esas alan pozitivist bir anlayışın yani; Afganî ve Abduh çizgisindeki ekolün ülkeye transfer edilmesinde buldular.
Felsefi olarak kökleri İbn-i Rüşd’e oradan da “Aydınlanma” dönemine kadar giden akılcı anlayışı Efganî İslâm’a kazandırmak; takipçisi Abduh ise bunu bilimsel temele dönüştürmek niyetindeydi. Velhasıl Kur’ân ayetlerinin dahi akla ve bilime uygunluğu test edildikten sonra yorumlanmasına varana kadar pozitivist temelli bir anlayışın varlığı söz konusuydu.
Batılılaşmanın bir ürünü olarak doğan İslamcılık ideolojisi kendi kimliğini de bunun üzerinden tanımlamıştır. İsmet Özel de İslamcılığı modernleşmenin bir ürünü ve doğrudan bir çocuğu olarak tanımlar.
Ortadoğu İslam coğrafyasında sömürgeciliğin yol açtığı tahribata karşı anti-emperyalist bir meydan okuma biçiminde zuhur eden bu ideolojinin temel referansı da ne yazık ki yine modernizm ve rasyonalizm olacaktır. Türkiye’nin önemli avantajı sömürge bir devlet olmaması idi… Ancak moderniteyi İslam’a göre meşrulaştırma çabaları burada da kendini gösterdi.
Akılcı, rasyonalist İslamcı kesimlerin ülkeye verdikleri en büyük zararlardan biri; “Ehl-i Sünnet” itikadına yani bu coğrafyanın özgün İslami anlayışına karşı geliştirdikleri hasmane tutumdur.
Örneğin FETÖ, “Dinler arası diyalog” projesiyle pimi çekilmiş bir bomba gibi vatan topraklarına bırakıldığı gün, Mustafa İslamoğlu gibi pozitivist aydınlar “pabucu bile olamazsınız” diyerek bu yabancı anlayışı da savunabilmiştir.
Keza yine bu çerçevede bu topraklara yabancı, ithal ideolojilerin mümessili konumundaki bu kesim aklı putlaştıracak derece mezhep karşıtlığının öncülüğünü yapmaktadırlar… Üstadın “usûlü, derinliği, sır idraki, zarafeti, inceliği, estetiği yok zavallıların” dediği türden bir kesimdi bu.
Öyle ki peygamberimize dahi “İslamcılık” öğretecek kadar aklı kutsayan, modernist, yabancı düşüncelerin esiri olmuş bu kesimin sahip olduğu ideolojiyi yazı dizimizin en başında Gazali bahsinde işlemiştik.
Hatırlasanız Gazali’nin en büyük kaygısı; “Özgün İslam düşüncesinin oluşmaması idi.”
Bu sebeple; Aristoteles gibi Yunan filozofları başta olmak üzere Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt gibi filozofları tenkid etmiş ve maalesef bu büyük âlim, akıl ve felsefe düşmanı olarak gösterilmeye çalışılmıştı.
Modernist İslamcıların Gazali ve İbn’ül-Arabi düşmanlığının büyük nedeni de budur. Bu ithal, akılcı, rasyonalist kesime ilk meydan okuma; Necip Fazıl Kısakürek’ten gelmiştir. Gelenekten, kültür, tarih ve irfan birikiminden kopmadan buraya ait, yerli, özgün bir düşünce üretilmesini savunan ve bunu sistemleştiren Necip Fazıl ekolünün en büyük hasmı kuşkusuz bu kesim olmuştur.
Çünkü Necip Fazıl, ülkemizde temel eksikliğin, yeni şartların yeni problemleri karşısında “fikir üretememek” olarak gösterdikten sonra, yukarda bahsettiğimiz, ithal akılcı, pozitivist, Batı menşeli İslamcılığın zavallılığını da gözler önüne sermiştir. Bu “ithal akılcı” İslâmcılığı, “Nefsani Tefsirciler, Ham Yobaz ve Kaba Softa, Sahte Sofiler” başlıkları altında sert bir eleştiriye tabii tutmuştur.