Akıldan istisnalar
Dünya gerçekten çok farklı bir noktaya evrildi ve ben kendi adıma bu gidişattan feci halde korkuyorum. Sorunumuzu söyleyelim; giderek global ölçekte “insanları kendilerine bırakmadan nasıl yönetebiliriz” sorusu etrafında cevaplar aranıyor ve bunu formülleştirmeye çalışan devletlerüstü bir “akıl”dan bahsetmek komplo teorisi değildir. Bunun alıştırmalarının yapıldığını düşünüyorum. Bugün gerek birebir insanların gerekse toplumların insanın en önemli yetisi olan aklın devreden çıkarılarak yönetilmeye çalışıldığını görmekteyiz.
Ortaçağ Avrupası’nda kilisenin hakim olduğu dönemde “saçma olduğu için inanıyorum”a kadar giden dogmatik bir yaklaşım hakimdi. Akıldan istisna edilen “dinilik” insanı tümüyle temellük ederek, metafizik bir bataklığa insanı saplamıştı. Batı ilahi olana da göndermeleri olan “tabiat”la işin içinden sıyrıldı; sonra tabiatı da aşkından tamamen soyutladı.
Hümanizm ve reformun ardından gelen Aydınlanma akla olan vurguyu kuvvetlendirdi. Öyle ki, Kant’ta ifadesini bulduğu şekliyle insanın kendisine ve akla olan inancı, ergin olmayış durumundan bir kurtuluşu ifade etmekteydi. Cogito ile “düşünen özne”sini bulan, sonra kendisini tanımlayıp gerçekleştirmek isteyen bir insan vardı karşımızda ve bu insanın kendini ve dünyayı yönetiminde yegane yetisi akıldı. Aklın hükmetmeyeceği bir alan yoktu. Bir istisna olan din de aklın hakimiyeti altına girdi.
Daha sonra Schopenhauer “acı”dan bahsetti ve acıya aklın hükmedemeyeceğini söyledi. Biz bunu daha sonra söyleyeceklerimiz açısından biraz daha genişletelim ve insandaki duyguyu da bu istisnaya ekleyelim. İş bununla kalmadı Freud da bilinçaltını gündeme getirerek aklın bilinçaltına da hükmedemeyeceğini belirtti. Hatta tam tersine insanı birçok olayda akıldan daha çok bilinçaltı yönetmekteydi.
Schopenhauer ve Freud’un tezlerinin ne kadar geçerlilik taşıdıklarını burada tartışmayacağım. Ancak bu tezlerin global aktörlerce nasıl politik bir dile çevrilerek yönetsel hale geleceğini keşfettikleri bellidir. Toplumların büyük oranda popülizmle yönetildiği dünyada, “acı”, “duygu”, hareketlerin temel saiklerini de belirleyen bir unsur olmuştur. Tabii ki bu acı ve duygunun nasıl toplumlar için işlenmiş malzeme haline getirildiğini anlayabilmek için medyaya bakmak lazım.
Yine gerek bireysel gerekse toplumsal bilinçaltı oluşturarak, hareket mekanizmalarını gütmek günümüzde medyanın yardımını kesin gerektiriyor. George Orwell’ın romanında geçmişe yönelik bilgilerin değiştirilmesinden tutun da, Aldoux Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sında “propaganda Bakanlığı” icadına kadar tüm icraatlar, global dünyada yeni bir hafıza yaratmaya yönelik. Gerçi bunu biraz aşarak “mankurtlaştırma” için yeni maddi kontrol icatlarının devreye girmeye başladığını görüyoruz. Kısacası düşünen insan bir risk oluşturuyor ve her yönüyle kontrol edilebilir bir dünya yaratılmaya çalışılıyor. Sizi bilmem fakat ben küreselleşen (=genişleyen) dünyada kendimi cendereye girmiş gibi hissediyorum.
Müslüman toplumlar bu anlatılanların neresinde duruyor? Modernite karşısında yenilmesi ve yaşadığı dramlar sebebiyle acı ve duyguların yönettiği bir popülizm var ve bu akıldan istisna edilmiş. Bu durum Müslüman toplumların hakikat ile karşılaşma cesaretini yıkmakta, popülizmle naifleşen kitlelerin bilinçaltına yeni hakikatler yerleştirilmektedir. Aslında hakikat ötesi kavramı ile her türlü akılcılaşma şüpheye itilmektedir.
Gelinen noktada postmodern epistemoloji ile akla olan güven giderek zayıflatıldı. Şimdi aklı da maalesef mitolojiler yönetmeye başladı. Genelde dünyada özelde müslüman toplumlarda acı, bilinçaltı ile birlikte dinin de akıldan istisna edildiği sürece girdik.