Akıl yürek çıkmazı
Acaba, René Descartes’in “Düşünüyorum,
o halde varım!” sözü yerine “Hissediyorum,
o halde varım!” demiş olsaydık, bugün dünya daha yaşanır bir halde mi
olurdu?
Akıl, düşüncenin sistemli
hale getirilme sürecidir. Bilginin doğruluğunun tek merkezi olarak aklı gören
akılcılar, hakikate ve eşyanın bilgisine ancak akıl ile ulaşılabileceğini iddia
ederler. İddialar, hakikati idrak edemez ve ancak onu anlamak için bir uğraş
içerisinde olur.
Bizim anlayışımıza göre ise
akıl, insanı iyiye ve güzele yönlendiren unsurlardan biridir. Ancak tek geçerli
unsur değildir. Akıl ile beraber vicdan, yürek bilhassa his dünyası da
gereklidir. Aksi takdirde aklı, seküler anlamda yorumladığımız zaman, ortaya
çıkan sonuç vahim olacaktır. Vicdandan yoksun bir akıl, kontrolden çıkmış füze
gibidir. Ne zaman, nereye düşeceğini ve nasıl bir sonuç doğuracağını kimse
kestiremez.
Salt akılla her şeyi
bileceğini düşünmek bir bakıma insanın cehaleti ve cesaretinin ürünüdür. Ki cehalet, cesaretin gölgesinde uyur. Bu
öyle bir cehalet ki, insana her şeyi yapabileceği düşüncesinin özgüvenini
verir. Altı boş olan özgüven de cehaletten beslenir. Her şeyi bildiğini iddia
eden insan, en cahil insandır. Nihayetinde insanlığın anlam arayışının
temelini, hiçbir şey bilmediği gerçeği oluşturur. Bunun içindir ki; insanın
hayatı anlamlandırma arayışında hiçbir şey bilmediğini varsayarak, cahil
cesaretine tutunup yolculuğa koyulur.
İnsan, en gözü kara halinde
ortaya koyduğu herhangi bir eylemden sonra dönüp arkasına baktığı zaman aklıyla
o durumu anlamlandırmaya çalışsa da aklın, bir noktadan sonra çaresiz kaldığına
şahit olacaktır. Çünkü aklın ‘imkânsız’ dediğini, yürek ‘mümkün’
kılar.
Hegel, akıl
ile bütün dünyaya hükmedilebileceğini söylerken bir bakıma haksız da sayılmaz.
Ancak burada gözden kaçırılan bir husus var ki, o da önemli olan dünyaya
hükmetmek mi, yoksa gönülleri fethetmek mi?
Aristoteles’in
insan ile ilgili ortaya koyduğu ‘akıllı
hayvan’ olduğu tezini tamamlar nitelikte, Arthur Schopenhauer “İnsan
sadece zarar vermek mantığıyla girişimde bulunabilen tek hayvandır, diğer bütün
hayvanlar zarar verme davranışında bir amaç ve bir güdü içinde yaparken insan
bunu nedensiz yapar. Hiçbir hayvan bir diğer hayvana sadece işkence etmek
amacıyla girişimde bulunmaz ama insan bunu yapmaktadır.” demiştir. Yani,
akıllı insan, bilim ve teknolojiyi kullanarak bütün insanlığı yok edecek
silahları üretebilir. Ancak burada akıl ile bulunan şey her ne ise, onun nasıl
kullanılacağının kararını insanlık, yüreğiyle vermelidir. Aksi takdirde akıllı
insanlar, sonucunu kimsenin kestiremeyeceği facialara neden olacaktır.
Bu noktada kavramları ve
olayları aklî olmak ile akla uygun olmak diye ayırt etmek
gerekiyor. Aklın ürünü olan her şey insanlık için faydalıdır diyemeyiz. Burada
devreye irfan giriyor. Bize ait bir kavram olan Anadolu İrfanı. Bireysel olarak
bilimsel ve teknolojik çağ düzeyinde bir bilgi birikimine sahip olabilmek ile
bu bilgiyi insanlık yararına kullanabilmek aynı şeyler değildir. Bununla
beraber bilmek ile idrak etmek aynı kapıya çıkmaz. Anadolu irfanı dediğimiz
durum da bilimi yok saymak değil, bilimin tezlerinin toplumsal uyumunda bir
ölçüt olarak görülmesidir.
Her buluş, insanlık için bir
kurtuluş değildir. İnsanlığın yararına olduğu iddia edilen her buluş, bir
vicdan süzgecinden geçirilmelidir. Atomu bulmak veya parçalamak büyük bir buluş
olarak görülebilir, ancak ondan üretilen bomba insanlığın sonuna neden olur. Bu
sebeple, insan aklıyla düşünüp yüreğiyle karar vermelidir.
Hangi fikre mensup olursanız
olun, ortaya yüreğinizi koymadığınız müddetçe kendi gölgenizden daha uzağa
gidemezsiniz. Yürek, aklın her zaman bir adım önündedir ve tarih, aklıyla
hareket edenlerin yerine yüreğiyle başaranları kayıt altına alacaktır.
Tolstoy’un
dediği gibi “Acı duyabiliyorsan,
canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.” sözünü
önemsiyorum. Bununla birlikte birileri her ne kadar “Düşünüyorum, o halde varım!” dese de, ben “Hissediyorum, o halde varım!” diyorum.