Âkif'in İstanbul'u ve Kudüs'ün işgali
Vefalı olan Şairimiz, iki yüzlülere karşı büyük tepki
gösterirdi. Ancak o, ileriki yaşlarda artık bu özelliğini kaybettiğini
söylerdi. Niçin? diye sorulduğunda, Mehmet Âkif: “İki yüzlüleri artık sever
oldum; çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım” diyerek cevap
verirdi.
İslâm’ın değerlerinin yaşandığı medine İstanbul, Âkif’in
zihin ve kalbinde ayrı bir kıymete sahiptir. Onun Kutlu şehir İstanbul’u seyri
bir başka güzellikteydi: “Âkif’in İstanbul’u Haliç’in sırtındaki Sultan Selim
Camisi’nden başlar, Marmara’nın yanındaki Kazasker Feyzullah Efendi Camisi’nde
biter. Köprüden Sarıgüzel’deki evine giderken Âkif, beş caminin maneviyatında
yürürdü; Yenicami’nin kutsiyetine dalarak Mercan yokuşuna çıkar. Beyazid ve
Süleymaniye camilerinin iki kanadına bürünür. Şehzade Camisi’nin nurundan uçar.
Fatih Camisi’nin şümulünde evine inerdi. Zaten Fatih Camisi ve Âkif’in evi
birbirinin müştemilatıydı; babası, namazdan sonra ahbaplarıyla caminin
maksurelerinde görüşürdü. Camisi evin selamlık dairesiydi, ev caminin harem
tarafındaydı.” (Kuntay, 267)
Milli Şâirimizin bu ulu İslâm şehrinin işgale uğramasındaki
ızdırabını anlatması açısından Oğlu Emin A. Ersoy’un anlattıkları hüzün
vericidir: “Ben o zamanlar on iki yaşında bir çocuktum. Babam beni çok sever,
bana gönlünün en mahrem köşelerini açmakta, içini dökmekte teselli arardı.
İstanbul’u işgal ordularının işgal edişi zavallı babamı madden ve manen harap
etmişti. Yazılarını itmam eylemesi için zaman ve zemin hiç müsait değil idi. Bu
yüzden üzüldüğünü, ağır bir yük altında ezildiğini söylüyordu. Ankara’da
gayesine yükselebildi. Bu muvaffakiyet o kara günlerde onu bayağı
sevindirmişti; bu başarısından doğan derin bir vecd içinde; ziyaretine gelen
arkadaşlarının karşısında kendisine seccadelik vazifesini gören bir karaca
derisinin, üzerinden diz çöker, heyecanlı bir ahenkle Âsım’ı okur,
dinleyenler yalçın ve muazzam kayalardan çağlayarak gürleyen bu berrek
şelâlenin beş döndürücü nağmeleriyle mest olurlardı. Ben Âsım’ı bu
şekilde yaratıcısının ağzından işite işite başta başa ezberlemiştim.” (Emin Â.
Ersoy, Babam Mehmet Âkif-İstiklâl Harbi Hatıraları, haz. Yusuf Turan
Günaydın, İstanbul 2017, 45).
Ankara’da Taceddin Dergah’ındaki Âkif, oğlu Emin’in
anlattıkları üzere çok hüzünlü ve acılı günler geçirmiştir: ‘O günlerde
İstiklâl Marşı’nı yazan babam pek dalgın çok müteheyyiç bir durumda idi. Her
gün her gece hatta her saat cephelerden bazı ümit verici ekseri üzücü haberler
gelmekte idi. (Bülbül) manzumesi işte o kararsız günlerin ve tehlikeli gecelerin…mahsulüdür.
Mehmet Âkif’i yazarken ağlar bir vaziyette hem de bol gözyaşları dökerek derin
derin hıçkırarak ağlar bir halde çok gördüm.’ (Emin Ersoy, 72)
İstanbul
âşığı olan Şairimiz, hayatı boyunca sürekli İstanbul’da kalmamıştır. O, yaptığı
seyahatlerle hem Batı’yı/Avrupa’yı hem de Doğu’yu ziyaret eder, görür ve
bunları Safahat’ında tahlil eder.
Birinci
Dünya Savaşı’nda Avrupa’ya (Berlin’e) vazife için gönderilen Âkif, Viyana’da
bulunduğu sırada, akşam ilginç bir olayla karşılaşır. Gece yarısı Viyana’daki
bütün kiliselerin çanları çalmaya başlar. Kaldığı otelinin penceresinden olayı
anlayamaz. Caddeye iner, herkesin elinde bir mumla sevinç naraları attığını
görür. Bu sevinç gösterilerinin sebebini, kendi ifadelerinden dinleyelim:
“Kendi kendime; Müttefikimiz Viyanalılar galiba cephede bir muzafferiyet
kazandılar, dedim. Sokağa fırladım. Bir dükkancıya; Bir zafer haberi mi var?
dedim. Adam: Zafer de söz mü? Dedi. İngilizler Müslümanlardan Kudüs’ü aldılar.
İngiliz ordusu Allenby’nin kumandasında Kudüs’e girdi. Mukaddes şehir aydan
kurtuldu, haça kavuştu.” (Kuntay, 274)
Böylece
başta İstanbul işgali olmak üzere, İslâm coğrafyasının emperyalist devletler
tarafından ele geçirilip bölünüp parçalanmasını, yüreğinde hisseden Âkif’in bir
diğer özelliği ise, hayatı boyunca ilk açılan yerlere/kurumlara girmesidir. O,
Mülkiye mektebinden ayrı olarak ilk açılan idadiye, ilk açılan Baytar
Mektebi’ne, ilk açılan Ziraat Nezareti’ne, ilk açılan Millet Meclisi’ne girerek
ilklerin insanı olduğunu göstermiştir. O, bulunduğu tüm kurumlarda faziletli
bir münevver olarak, ahlâkî ilkelerinden asla taviz vermeyerek hizmet etmiştir.
Mehmet Âkif, gerek İstanbul’da, gerekse Kurtuluş Savaşı’nda
Ankara ve işgal edilen illerde bilfiil görev yapmış, cami kürsülerinde vaazlar
vermiş, cephelerde yaralılara su verip yardımlarda bulunmuştur. Doğu ile
Batı’yı görerek inceleyen ve mukayese eden Mehmet Âkif, Necd çöllerinde,
Berlin’de ve son olarak Mısır’da kendisine verilen aziz vazifeleri
cesaretle/hakkıyla yerine getirmiştir.